Dikmen-Harbiye yönünden gelen Kirazlıdere, o yıllarda Anıttepe’deki beton yatağında ilerlerken hemen yanı başındaki bayırda bir buğday tarlası uzanırdı. Bu tarlayla Anıtkabir’in bahçesinin arasındaysa dar bir patika vardı. O patikada aşağıya doğru yürüyenler, birkaç metrelik derme çatma ahşap bir köprüyle dereyi geçince Bahçelievler’e gelmiş olurlardı. Her gördüğümde o köprünün hâlâ yıkılmamış olması şaşırtırdı beni. Osmanlı zamanında adı Kirazlıdere olan derenin bir isminin olabileceği akla bile gelmez, herkes ona Boklu Dere derdi. (Şimdiyse kanalizasyon büzlerinin zifiri karanlığında tamamıyla unutuldu…)
Yazın, derenin denizi çağrıştıran efsunlayan kokusu ve buğday tarlasının yaratmış olduğu taşramsı havayla, patikada karşılaşanlar birbirlerini âdeta uzaktan akraba gibi hisseder, “Selâmünaleyküm” ve “Ve aleykümselâm” diyerek selâmlaşırlardı. O patikadan ablamlar ve annemle birlikte ayın büyük olduğu yaz akşamları Bahçelievler’de Karakol otobüs durağının yakınındaki Zevk Sineması’na giderdik. Sinemaya giderken gün batmamış, dönerken de ay ışığında etraf apaydınlık olurdu. Öyle sanıyorum ki benim dolunay sevgim de bu açık hava sineması gecelerimde başladı.
Ben ne kadar küçük olursam olayım, bu açık hava sinemasına gidişlerimizde annem ve ablamların başında, onları kötülüklerden koruyan erkek olduğumu hisseder; bütün insanların iyi, kötü insanlarınsa sadece filmlerde film olsun diye kötü olduğu dünyamda, o rolleri oynayanların, kötü olmadıkları hâlde nasıl kötüyü oynadıklarını kendime yine de izah edemezdim.
Hep dost, hep iyi insanların yürüdüğü patikada erkeklerle veya erkekli bir grupla karşılaşırsak annemlerin önüne geçer ve mutlaka yapılan, sanki yapılmayacak gibiyse de benim başlattığım; küçük bir çocuğun ağzından duydukları için karşılaştığımız insanların yüzünde şefkatli bir aydınlık yaratan; “Selâmünaleyküm” ve “Ve aleykümselâm” selâmlaşmasını hepimiz için ben yapardım. Bununla gurur duyar, nadiren kadınlardan oluşan bir grupla karşılaşırsak küçük çocuk hâlime geri bürünür, herkesin yüzünde beliren bir gülümseyişle törensiz sessizce yapılan selâmlaşmayı annemlere bırakarak onların tebessümünü paylaşırdım.
Hep iki Türk filmi gösteren, çakıl taşı kaplı zemini seyirciler gelmeden önce ıslatılan ve bizi sepserin karşılayan hemen bütün seyircilerin birbirine aşina olduğu sinemada, her zaman oturduğumuz âdeta bizi bekleyen ahşap sandalyelere giderdik. Arkadaki büfeden aldığım, buzdolabında değil de üstü çuvallarla örtülerek erimesi önlenen buz kalıplarının üzerine yatırılarak soğutulmuş olan gazozun içine gazete kâğıdından yapılmış bir külah içinde aldığım on kuruşluk beyaz leblebilerden koyar, artık benim olan gazozumu içerdim.
O zamanlarda Türk filmleri, bir tek Zeki Müren’in oynadığı bazı filmlerin içindeki renkli kısımlar dışında, hep siyah beyaz olurdu. Zeki Müren, o bölümlerde şarkı söylerken, bir sütunun arkasından geçtiği sırada kıyafeti değişir ve ben buna müthiş şaşırırdım. Film seyrederken gazoz şişemi havaya kaldırır; Muhterem Nur’la Salih Tozan’ın veya Sezer Sezin’in veya Cavidan Dora’nın veya Suphi Kaner’in veya Eşref Kolçak’ın veya birinci ortanca ablamın çok sevdiği (ablamın ileride onunla evlenmesini istediğim) saçları o sırada çok az kırlaşmış olan yakışıklı ve kötü niyetli bakışlı Kenan Pars’ın yüzünden yansıyan ışıkta; içinde ne kadar gazoz ve leblebimin kaldığına bakardım.
Leblebileri idareli yemek için ağzıma gelenleri bazen dilimle şişeye geri ittirir ve gazozumu filmlerin sonuna kadar bitirmeden içmeye çalışır; bunları yaparken ayaklarımın yere değmediği sandalyede o sıralarda hâlâ incecik endamlı olan anneme başımı yaslayarak daldığım doyumsuz çocuk uykumun içinde elimdeki şişeyi yerdeki çakılların üstüne düşürmemeye çalışır, bazen düşürür, bazen de uyandığımda gazoz şişemi annemin elinde bulurdum.
Daha küçükken birinci filmin başında uyuya kalır, iki film arasında ve arada bir uyanır, uyuya kaldığım için kendime ve kıyamayarak beni uyandırmayan anneme kızar, eve dönerken ablamların “Hayır öyle değildi” diyerek birbirlerinin ağzından alarak anlattıkları, çoğunu kaçırdığım filmleri dinlerken yeniden uyuya kalırdım: Onlar, film sırasında uykuyla uyanıklık arasında gördüğüm, Belgin Doruk’un elini Göksel Arsoy’un çilli sırtına koyduğu gecenin sabahında söylediği “Biz birbirimizin olduk” ve Göksel Arsoy’un da ona “Benimsin, ben de senin” sözlerinden bahsetmezler; bense, “Biz birbirimizin olduk” sözlerini kendimce “evlenmeden önce evlenmek” şeklinde anlar, daha fazlasını düşünemezdim.
O küçük hallerimde kâh kucakta uyuyarak kâh yürüyerek eve dönmeyi çok sever, köprüyü geçerken ne kadar derin uyuyor olursam olayım mutlaka uyanır; “Siz gidedurun” der; köprünün üstünde kısa pantolonumun sol paçasını yukarıya doğru çekiştirerek aşağıda akan dereye, annemin benim gibi küçük çocuklarınkinin gül suyu olduğunu söylediği, çişimi farkında olmadan başımı sallayarak yapar, koşarak annemlere yetişir; kucağa alınmak isteyerek, yürümesi sekiz on dakika alacak, o saatte bizden başka hiç kimsenin olmadığı apaydınlık patikadaki selâmlaşma görevimi unutarak eve uykuda varır ve hiç bitmeyecek gibi gelen derin bir çocukluk uykusunun serin ferahlatıcı denizinin içinde kaybolurdum.
edebiyathaber.net (18 Aralık 2022)