Uzun yıllardır görmediğim bir dostum beni akşam yemeğine çağırmıştı. Ticarete atıldığını, evlendiğini duymuştum ancak Bademli’deki evlerine ilk defa gidecektim. Açıkçası ziyaretten önce tedirgindim zira bekârdım ve işsizdim. Sohbetimizin uymayacağından endişe ediyordum. Ancak evlerine girince bu yargım hemen dağıldı. Güler yüzlü, konuksever karısı çok konuşkandı; birbirlerine yastık atarak oynayan iki çocuğu ile şakalaşmış, yemek bitince bahçede, çimenlerin üzerinde laflamıştık.
Çocuk bakıcısı olduğunu düşündüğüm kilolu bir hanım sofranın hazırlanmasına, yemek servisine de yardım ediyordu. Orta şekerli kahvelerimizi içtikten sonra dostum, “gel, birlikte biraz yürüyüş yapalım”, dedi. Yüzme havuzunun yanından geçtik. Suya yakından baktım. Üzerinde böcek ölüleri görünüyordu ayrıca dibindeki mozaikler dökülmeye başlamıştı. Oysa uzaktan ışıl ışıldı.
Sokağa adım atınca bitişik villanın önünde elindeki çöp poşetlerini kutuya atmakta olan kasketli biri ile karşılaştık. İki komşu birbirlerine selam verdiler. Adamın yanından yürüyüp geçtik. Arkadaşım bana dönüp,
“Gördüğün adam uzun yıllar bir tekstil fabrikasında müdürlük yaptı”, dedi. “Karısının isteği üzerine iki oğlunu da şehrin en pahalı özel okulunda okuttu. On beş yıl boyunca her ay aldığı maaşın yarısı çocukların eğitim masrafına harcadı. Şimdi karısından boşanıyor. Büyük oğlu annesine dönüp, anne bırak artık şu adamı, hiçbirimize faydası yok, demiş. Karısına sorsan kocam beceriksizin biri, der. Mangal yapmayı bile beceremez. Sanki çalı çırpı toplayıp ateş yakmak uzmanlık istermiş gibi… Komşumun çocukları ile arası iyi değil ama emekli maaş kartını yine de büyüğe verdi. Oğlan evli ama çalışmıyor, bizimki de yalnız kira gelirine kalmış.
“Masa başında imza atmak ve hayatın boyunca sevileceğini ummak… Ne büyük bir kandırmaca… Evlilik, resmi fahişelik; çocuklar, endişe kaynağı; iş hayatı, çatışmadır bana sorarsan… Hepsi ne kadar anlamsız… Ne kadar saçma… Ama yaşamı saçma yapan şey bir gün ölecek olmamız, kendimizi var edemeden yitip gidecek olmamız değil. Ahlaksızca yaşıyor olmamız… Seni bilmem ama ben yanlış bir hayat yaşıyorum. Kendime karşı suç işliyorum. Çünkü kendime yalan söylüyorum ve yalanıma kendim inanıyorum.
“Belki ticaretle uğraştığım ve iyi kazandığım için bana gıpta ediyorsun. Evet banka çalışanları, vergi dairesindeki memurlar yanlarına gittiğimde bana saygıda kusur etmiyorlar. Çevremde daha pek çok kişi bana hayranlık duyuyordur belki de, kim bilir? Oysa her tüccar gibi ben de bencilim. Müşteriye acımam, her satışta hep kendimi düşünürüm. Mesleğimin bana kazanç getirmekten başka kimseye faydası yoktur. Topluma faydalı mıyım? Hayır. İnşaat malzemelerini ben satmasam pekâlâ başkasından alabilirler. Almasalar, üreten olmasa ne değişir? Saten alçısız, fayanssız kaldığı için ölen hiç kimse olmamıştır dünyada…
“Mülkiyetin mutluluk getirmediğini çok küçük yaşlarda öğrendim. Babam o yıllarda pazarlamacıydı. Anadolu’yu dolaşır, turdan döndüğü her hafta sonu bana mutlaka oyuncak araba getirirdi. İki sene içinde Majorette serisinin tamamına sahip olmuştum. Babam beni sevindirdiğini düşünüyordu. Oysa arabaların sayıları arttıkça değersizleşiyorlardı. Babam evde yokken onları birbirlerine vuruyordum. Elime tornavida alıp her birinin içini dışına çıkarıyordum. Kırılıyorlardı. Tekerlekleri bozuluyordu. Hiçbiri eskisi gibi olmuyordu.
“Bazen karıma bakıyorum da… O hep neşeliydi. İlk yıllarda her şeyden bu kadar çabuk mutlu olması bana gülünç geliyordu. Ona öfkeleniyordum. Yine de onunla evlendim. Çünkü yalnız kalmaktan korkuyordum. Kendimle baş başa kaldığımda huzursuzluğumun beni yiyip bitirmesinden, yok etmesinden endişe ediyordum. Tanıştığımız günlerde her davranışımı dikkatle izliyor, ağzımdan çıkan her söze değer veriyordu. Ben de onun yaşama şevkini seviyordum.”
Sokağın sonuna varmıştık. Sağdıcım dut ağacının altında bir sigara yaktı, ilk nefesten sonra geri döndük, eve doğru adımlamaya başladık.
“Şimdi aradan yıllar geçince mutsuzluğumu ona da bulaştırdığımı görüyorum,” diye devam etti dostum. “Bana sahip olduğum hiçbir şeyin değerini bilmediğimi söylüyor. Kendisinin, çocuklarımızın, evliliğimizin… Her şeyi kırıp döküyormuşum…
“Baba olduğunda karın evde varlığını hissettirmeni bekler. Çocuklar akşam oyun oynamak isterler ama oyunlarını bozarsın. Onları masanın başına oturtman, ödevlerini hatırlatman gerekir. Sabahın yedisinde mışıl mışıl uyuyorlardır ama onları kaldırman gerekir. Uyanmalarını söylersin. Seni dinlemezler. Bir daha uyandırmaya çalışırsın. Yine dinlemezler. Karın okula geç kalıyorlar diye sana çıkışmaya başlar, neden hala uyuduklarını sorar. Bu kez çocuklarına bağırmaya başlarsın. Giderek sesini yükseltirsin, daha fazla bağırırsın. Sonunda ağlayarak uyanırlar. Onları hayata hazırlıyorum, diyerek kendini avutmaya çalışırsın. Onlara sevgi verdiğini sanırsın, aslında korkmayı ve itaat etmeyi öğretirsin.
“Ne mutlu ruhta yoksul olanlara, sözünü duydun mu? Hep o insanlara öykündüm ama ne kadar çabalasam da onlardan biri olamam. Oysa hep yoksul olmayı düşledim. Karım pahalı otomobillere binerken ben hala yırtık ayakkabı giyiyorum. Zaman zaman işe otobüsle gidiyorum. Öğle yemeklerini kaşarlı tost ile geçiştiriyorum. Keşke bir gecekondu mahallesinde yaşasaydık… O zaman kavga etmek için daha ‘gerçek’ nedenlerimiz olurdu. Bankadaki fonlarımız değer kaybedecek diye değil, kışın lodosta kömür sobası tütecek diye endişe ederdim. Daha fazla kazanmak için değil, geçinmek için çalışırdım.
“Seninle konuştuklarımı başkalarına anlattığımda bana tuhaf tuhaf bakıp, halime şükretmemi söylüyorlar. Evet, belki de haklılar. Şükretmeliyim. Diğerlerinden ayrıcalıklı olduğum, bu saçmalıkların farkına varabildiğim için. Ama sen de bana şaşırmış gibi bakıyorsun. Gerçekten böyle düşündüğüme inanmıyorsun değil mi? Ama seni yadırgamıyorum. Sana anlattıklarımın doğruluğuna kendim de inanmıyorum.
“Yarın sabah senden de erken kalkıp koşa koşa evden çıkıp işe gideceğim. Peki ne için? Sorarım sana ne için? Çünkü zavallı, korkak biriyim. Çünkü sahip olduklarımı kaybetmekten korkuyorum.”
Neredeyse evin önüne kadar yürümüştük. Dostum bana döndü,
“Senin yerinde olmayı çok isterdim,” dedi. Son cümleyi söylerken yüzünü görmemiştim. Hala ara sıra o geceyi düşünür kendi kendime sorarım, acaba benimle konuşurken ciddi miydi, yoksa alay mı ediyordu?
Not: Bu öykü Maupassant’ın Solitude öyküsünden esinlenerek yazılmıştır.
edebiyathaber.net (20 Aralık 2022)