Söyleşi: Burak Soyer
1968 yılında Kars’ın Susuz ilçesinde doğan Şeyda Apaydın, ilk, ortaokul ve liseyi burada bitirmiş. 1989 yılında Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu Gazetecilik ve Halkla İlişkiler bölümünden mezun olmuş. Birçok gazete ve dergide muhabir olarak çalıştıktan sonra emekli olmuş. Edebiyat yazıları ve öyküleri çeşitli mecralarda yayınlanmış. 2019 yılında Alt Kitap’ın düzenlediği öykü yarışmasında “Damla Sakızı” öyküsüyle ikinci olmuş. Şeyda Apaydın, kısa süre önce Arte Yayınları etiketiyle yayınlanan ilk kitabı “Gece Sütü” ile okurlarla buluştu. Apaydın ile gazetecilik yıllarından başlayıp “Gece Sütü”ne uzanan bir söyleşi yaptık.
Gazetecilik mezunusunuz ve uzun yıllar gazeteci olarak çalışmışsınız. Mesleğinizin yazınsal anlamda size ne gibi katkıları oldu?
Gazeteci, edebiyat dünyasında olan yazarlar gibi aktarmak istedikleri için dili araç olarak kullanır. Dili doğru kullanmak, özenli ve anlaşılır yazmak, muhabirliğin vazgeçilmezleridir. Ben de bir muhabir olarak yıllarca bunlara özen göstermeye çalıştım. Haber ya da röportaj yazarken edindiğim alışkanlık, öykü yazarken bana büyük bir rahatlık sağladı. Yazarken düzgün yazmak, “Sonra düzeltirim” dememek zaman kazandırıyor. Gazeteciliğin bir katkısı da “gözlem alışkanlığı” oldu. Gazeteci dikkatli, hep dikkatli olmak zorundadır. Farkında olmadan bu benim yaşamımın bir parçası hâline geldi. Ayrıca gözlemlerimi yazmak için hep not defteri taşımak da gazetecilik alışkanlığı. Gözlemlemek ve not almak, bolca öykü malzemesi biriktirmemi sağlıyor. Konu sıkıntısı çekmiyorum. Herkesin olduğu, her şeyin yaşandığı kaotik ortamlarda yazıya odaklanabilmek de mesleğimin armağanı. Parlamento Muhabiri olarak çalışanlar bilir, en önemli haberler bile, büyük bir uğultunun, karmaşanın içinde yazılır. Kimseye durmasını, susmasını söyleyemezsiniz. Sanırım o deneyimim nedeniyle, bir AVM’nin içinde, bir terminalde ya da kalabalık bir sokakta banka oturup, yumuşacık bir öyküye odaklanabiliyorum. Gazeteciliğin sağladığı bir avantaj da hızlı yazabilmek. Gazeteci, konuşma hızında yazı yazar. İletişim Fakültesi’nde on parmak daktilo dersi aldık. Bu bir tür ehliyettir, özgürlük sağlar. Tuşlara bakmadan hızla yazabilmek, aklınızdakilerle meşgul olma lüksünü veriyor. Yazarken klavyeyi unutuyorum. Parmaklarım tuşları tıkırdatırken, ekrandaki yazının içeriğiyle meşgul oluyor beynim.
Yazma serüveniniz nasıl başladı?
Babam Kars’ın Susuz İlçesi’nde Kâzım Karabekir Öğretmen Lisesi’nde kütüphane memuruydu. Kapatılan Cilavuz Köy Enstitüsü’nden kalan ruhla eğitime devam eden okulun kütüphanesi, derslerim bittikten sonra en önemli durağımdı. Babam ispirto ocağında demlediği çaydan bana ikram eder, ben de dumanı tüten bardağı sıkı sıkı tutup ellerimi ısıttıktan sonra orada kitap okumaya başlardım. O buz gibi kütüphane, ilk yazma denemelerimi de yaptığım yerdi. Kocaman daktilonun başına geçer, eve gidinceye bir şeyler uydurur dururdum. Daktilonun sesi çok hoşuma gidiyordu. İlkokuldan lise sona kadar sürdü bu. O süreçte klasiklerin büyük bir kısmını okudum. Hatta şimdi anlıyorum, çok erken yaşta okumuşum, o yıllarda en büyük korkum, Sefiller’in Jean Valjean’ı gibi kürek mahkûmu olmaktı. Kürek mahkûmu olduğum kâbuslar görürdüm. O kitapların etkisiyle ben de küçük şeyler yazıyor ama bir türlü bir yere oturtamıyordum. 1980’li yıllarda uzaktaki yakınlarımızla iletişimin yolu mektuptu. Ailemizin mektuplarını kimi zaman dolma kalemle kimi zaman daktiloda, babamın ağzından ben yazardım. Kendimi onun yerine koymak, yazdığı kişiye seslenmek oyun gibi geliyordu. Sanırım bu oyun, kendimi öykü kahramanlarının yerine koymakta bana kolaylık sağladı. Bugüne kadar en kararlı olduğum şey günlük yazmak oldu. O dönemdeki günlüklerim sadece günlük değildi, içine beni etkileyen olaylardan beslenen minik öyküler sıkıştırıyordum. Üniversite için Kars’tan Ankara’ya gelince, minik defterler alıp notlar tutmaya başladım. O defterler, öykülerin kimi zaman tuğlası, kimi zaman harcı oldu. Hâlâ onlardan yazacaklarım var.
Gece Sütü’nü yayınlamaya nasıl karar verdiniz?
Kendimi bildim bileli yazar olma düşüyle yaşadım. O sözünü ettiğim kütüphanenin raflarındaki kitaplardan biri de benim olsun istedim. (Şimdi göndereceğim için mutluyum.) O yüzden üniversitedeyken de, gazeteci olarak çalışıyorken de hep öyküler, hatta bir roman yazdım, ancak bir yere göndermedim. Emekli olduktan sonra, gündemim tamamen okumak ve yazmak oldu. Öykülerimin yanı sıra, okuduğum kitaplarla ilgili yazılar yazıp internet sitelerine yollamaya başladım. Bir okuma grubuna katıldım. Her toplantıda yeni bir şeyler öğreniyordum. Pandemi başlayınca evlere kapandık. Sonunda, pandemi öncesinde ve sonrasında yazdığım bazı öyküleri dosya yapıp yayınevine gönderdim.
Kitaptaki öyküler ne kadarlık bir süreç sonrası ortaya çıktı?
Buna kesin bir cevap vermek zor. Çünkü bazıları eskiden yazıp bıraktığım sonra yeniden yazdığım, bazıları ise bir iki saatte bitirip masadan kalktığım öyküler.
Gece Sütü, karanlık, muğlak, sonu bazen okura bırakılmış öykülerden oluşuyor. Bu anlamda ele aldığımızda bir bütünlük taşıdığını söylemek mümkün. Bilinçli bir tercih miydi yoksa yazdığınız öyküler zaten bu düzlemde kesişiyordu ve kitap kendi kendine mi bu hâli aldı?
Bir kitap, her okurda farklı izlenimler uyandırabilir, buna saygı duyarım. Ancak, Gece Sütü’nün “karanlık, muğlak” olduğuna ilişkin görüşünüze katılmıyorum. Belki biraz “hüzünlü”, belki “karamsar” denilebilir öyküler için. Buna rağmen öykülerin içinde hep “umut” filizi var. Doğrusu Gece Sütü’ndeki öykülerin “karanlık” nitelemesiyle kategorize edilebileceği hiç aklıma gelmemişti. Diğer taraftan, öyküler için “muğlak”, “sonu okura bırakılmış” nitelemesi, zorlarsak sadece “Neyin Peşindesin?” öyküsü için geçerli olabilir. Diğer öyküler, kesin sonlarla bitiyor. Öykülerin bilinçli bir tercihle mi yazıldığını sormuştunuz, onun da cevabı, “Hayır”. Çünkü bana göre öykü “planlı” yazılmaz. Öyküyü yazdıran bir otorite yoktur. Öykünün ne acelesi vardır ne de hesap soranı. Bazı öyküler yıllarca kafanızın içinde döner durur, bir gün oturur bir saatte yazarsınız. Etkilendiğiniz konular benzerse, belki bunların yansıdığı öyküler yan yana geldiğinde bir bütünlük oluşturuyor olabilir. Bu bağlamda, öyküler aynı düzlemde kesişiyor olabilir.
Kitapta beni en çok etkileyen öykü net olarak Lotus oldu. Aslında bu öykünün, Gece Sütü’nün de temelini oluşturduğunu düşünüyorum. Gamze’nin yaşamı ve yaşadıkları, ardından doktor İsmet Hanım’ın Gamze’ye yazdığı mektubun özellikle ikinci paragrafı… Benden kitabınızı özetlememi isteseler düşünmeden bu örneği veririm misal. Sizin ayrı tuttuğunuz öyküler var mı?
Lotus benim için de özel bir öykü. Gamze’nin yaşadıklarının okurda uyandıracağı etkiyi merak ediyorum. Kitaba adını veren Gece Sütü öyküsü, Lotus gibi hep kalbimde duracak. İstinat Duvarı’nın da ayrı bir yeri var. Yüreğimi acıtanların yanı sıra, dakikalarca gülerek yazdığım öyküler de oldu. Örneğin; Alçı, Yanık Devre ve Pinokyo’nun Uyarısı. Onları da ayrı severim.
Bizde edebiyatın süslü cümlelerden oluştuğuna dair yaygın inancın sonunda özellikle ilk kitaplar bir ispat göstergesi gibi kavraması zor, türlü şekillere bürünmüş bir dille yazılıyor. Sizin öykülerinizde kullandığınız dil ise çok sade ve anlaşılır. Büyük meseleleri küçük cümlelerle anlatıyorsunuz diyelim. Bu da denge gerektiren bir iş. Bunu nasıl sağladınız?
“Büyük meseleleri küçük cümlelerle anlatıyorsunuz,” sözünü duymak mutluluk verici. Teşekkür ederim. Bu, tam da ulaşmak istediğim hedef. Bu tarzda yazmamın, daha doğrusu yazabilmemin temelinde, üniversite hocam çok değerli Emin Özdemir’in emeği var. “Boş çuval dik durmaz,” sözleriyle derse başlayan hocamız, “bir şeyi anlatacaksanız, bunu bir profesör de bir hamal da aynı düzeyde anlayabilmeli,” derdi. Bu sözü hep kulağımdadır. Bir başka etken daha var. Bana göre yazı, yazanın kişiliğini yansıtır. Benim yaşamım sadedir. Gizemli ya da çok süslü, şatafatlı bir yaşam bana göre değil. İhtiyaçlarım sınırlı ve özünde sadece gerekli şeylerden oluşuyor. Sanırım yazılarıma da bu tutum etki ediyor. Yazının ihtiyacı da bana göre sadece anlaşılmaktır. Basitçe anlatılabilecek bir şeyi süslü cümlelerle dolambaçlı olarak okura sunmak, bana göre başarı değil. Uzun ve ağdalı cümleler, bir okur olarak yorar beni, sıkılırım. Ben okumak istediğim gibi yazıyorum. Yazdıklarım anlaşılsın istiyorum. Çünkü yazmak, anlaşılmak isteğidir. Belki komik gelecek size, belki de birileri eleştirecek… Üstten bir bakış değil bu, baştan söyleyeyim; Ben bir Marcel Proust olmak istemem doğrusu. Kayıp Zamanın İzinde serisini okurken, uzun cümleler beni boğmuştu. Edebi haz veren cümleler, çok değerli bilgiler, müthiş betimlemeler, kimi yerde bir sayfa süren bir paragrafın içinde dağınık hâlde yüzüyordu. Onları yakalamak için çok çaba harcadım. Bitirdiğimde derin bir “oh” çektim. İlk sözüm, “Kurtuldum!” olmuştu. Okur metni okurken, kendini akışa kaptırmalı, “Ne zaman kurtulacağım?” diye düşünmemeli. Anlamak için özel çaba göstermek zorunda kalmamalı.
Tam net bir sınır olmasa da pandemiyle beraber ve o dönemden sonra insanın bizzat kendisinin ya da çevresinin “katkısıyla” içindeki kötü tarafını öne çıkaran, insanın karanlık tarafını göstermekte ısrar eden çokça öykü kitabı yayınlandı. Gece Sütü’nü de bu çerçevede değerlendirmek mümkün. Bunu bir “yüzleşme” olarak yorumlayabilir miyiz sizce?
Gece Sütü’nü “insanın içindeki kötü tarafı öne çıkaran, insanın karanlık tarafını göstermekte ısrar eden öykü kitabı” kategorisine sokmak bence doğru değil. Pandemi sürecinde evlere kapandığımızda elbette hepimizin yaşamı değişti. Kendimizi sorguladık, yaşamı anlamlı kılmak için farklı çabalara giriştik. Evlere kapandığımız dönemde çokça kitap yazıldı. Bu süreçte yazılan kitapların bazılarını okudum ancak hepsi hakkında bir fikir yürütmem doğru olmaz. Ancak Gece Sütü’nün oluşum süreci, pandemiden çok öncesine dayanıyor. Bir iki öyküyü bu süreçte tamamladım. “Yüzleşme” konusuna gelince, bu sadece pandemi döneminde değil, pandemi öncesinde de benim yaşamımda hep oldu. Yaşamı sorgulamaya ve yüzleşmeye yatkın bir yapım var. Bu da öykülere yansıyor olabilir.
edebiyathaber.net (22 Aralık 2022)