“Nereden geldiğimi bilmiyorum. Nereye gittiğimi de. Bildiğim bir şey varsa geldiğim yere geri döneceğim. Seziyorum. ‘Bu hayatın bir anlamı var mı,’ diye düşünüyorum çoğu zaman. Düşünüyorum, düşünüyorum… Bir çıkış bulamıyorum. Bazen düşünmek gerekmediğini düşünüyorum. Bırak kendini, zamanın akışına direnme, diyorum kendime. Sarhoş ol, diyorum bazen. Durmamacasına. Aşkla, masumiyetle, müzikle, raks ederek, çocuklukla… Bu akıl taşıyamıyor beni. Bir çıkış da gösteremiyor. Hep yarı yolda bırakıyor yaralı gönlümü. Bir dokunuş, bir öpüş… Nasıl da yumuşatır gergin benliğimi.
Aynı havayı soluyup, birbirine bu kadar uzak durmak… İnsanlığın en büyük laneti. Neyle dolduruyor bu insanlar içlerindeki boşluğu. Yoksa öyle bir boşluk yok mu? Meşgaleleri yetiyor mu onlara? Para, sevgili, makam telaşı, popüler olma hırsı, bitmek bilmeyen kredi taksitleri… Herkes keşfedilmeyi bekliyor. Hüzünleniyor gönlüm. Onların bir uğraşı var. Ya benim? Kıskançlık kaplıyor bazen içimi. Anlamın buralarda gizli olmadığını bilsem de. Nerede olduğunu bilmesem de.
Bir dostum söylemişti, hayat boşluk tanımaz, diye. Ne kadar da doğru. Benim içime dolan koca bir hiçlik. Kurumuş bir yaprak gibi rüzgâr oradan oraya savuruyor beni. Tutunacak bir dalım yok. Öyle bir dal da benden uzak olsun. Birbirine benzer ideolojiler, birbirine benzer dinler, birbirine benzer sevgililer… Her şey nasıl da aynılaşıyor. Geç de olsa anladım, insan hayata nasıl bir anlam veriyorsa hayatının anlamı da o. Patatese bile tapılabilir. İşte bu kadar. Hepsi bu.
Anlamlar denizinde ben de yüzdüm yıllarca. Hep bir şey eksikti, hep… Yetmedi bana. Hayatı bütünüyle kavrayan, kavrayabilen bir hâl olmadı bende. Ardında koca bir hiçlik bıraktı. Boşluğu doldurulamayan. Ancak kendi hiçliği ile dolan.”
Kalemi usulca defterin yanına bıraktı. Pencereye yöneldi. Durgundu. Tül perdenin ardından öteleri görmeye çalıştı. Henüz güneş doğmamıştı. Bir şey göremedi ötelerde. Sokaktaki seslere odaklanıp seslerin nereden geldiğini, neyden kaynaklandığını anlamaya çalıştı. Köpekler, işe gidenler, okula giden çocuklar, servis arabaları… Boy aynasının karşısına geçti sonra. Çirkin biri sayılmazdı. Hatta çekici olduğu bile söylenebilirdi. Temiz yüzü, gamzeli yanakları bir kabullenişin ve yorgunluğun izlerini taşıyordu.
Gözlerini gözlerine dikti. Kendi gözleriyle ruhunu keşfe çıktı. Onu yakalamaya çalıştı. Kendini inceleyen bakışlar bir süre sonra boş boş bakar oldu. Toparlandı irkilerek. Kendine bile tahammülü yoktu. Kaçırdı gözlerini. Çıplak kalmıştı sanki. Bu tür bir yüzleşmeye hazır değildi anlaşılan. İlk denemesi değildi, son da olmayacaktı. Ruhunun bir bedene sahip olması şaşırtıyordu onu. Zihinden ibaret sandığını fark etti kendini. Bedenine yabancıydı. Bedenini her görüşünde hep şaşırıyordu. Bir yanılsamanın içindeydi sanki. Gerçeklik duygusunu kaybetmek üzereydi.
Günlerce evden dışarı çıkmamıştı. Bu koca şehrin keşmekeşinde kendine sığınacak bir yurt bulamamıştı. Kalıp düşünceler, kalıp insanlar yoruyordu onu. Yalnız kalmıştı, aslında yalnızlığı tercih etmişti. Bu kadar basit, sıradan olmamalı her şey, diye düşünüyordu. Kabuğuna çekilmişti. Kitaplardaki dünyalara sığınmıştı. Uyumsuzdu. Dışarıdaki hayat ve onun demir attığı hiçlik kesişemiyordu. Huzursuzdu. Bu onun tercihiydi ya… Sıradan olandan kaçıyordu. Keşke akışın bir parçası olabilsem, diye iç geçirmiyor da değildi.
Masaya yöneldi. Tekrar kalemi eline aldı. Biraz bekledi. Yoğunlaşmaya çalıştı yazdıklarına. Sağaltıyordu yaralarını. Terapiye devam, dedi gülümsemeye çalışarak. Usul usul gezdiriyordu kalemini defterde.
“Nereye gitmeli, ne yapmalı şimdi? Bu kafayı da yanında taşıdıktan sonra neye yarar? Hayatın sırrını kitaplarda da bulamıyorum ya, başka türlü yaşamayı da bilmiyorum. Zar gibi inceliyor duygularım. Hassaslaşıyorum. Bu kadar kırılgan olmak daha da zayıf kılıyor beni. Kurtlar sofrasında bir kuzu gibi hissediyorum kendimi. Kendine yabancılaşan insan başkalarıyla sağlıklı bir ilişki kuramaz, biliyorum, yaşıyorum. Göremiyorum gerçeğin ardındaki dili, yabanileşmişim ilişkilere. Bir mimik, bir nükte, bir dokundurma, bir beden hareketi… Çözemiyorum, yapamıyorum. Kaçmak istiyorum uzaklara. Onu da beceremiyorum ya. Çakılı kalmışım hiçliğe. Dürüst olmalıyım, kaçtığım yer hep mağaram, kitaplarım oluyor. Bir neşe kırıntısı bile açacak beni aslında, farkındayım.
Zavallı ruhuma küçük bir ışık demeti bile iyi gelecek, hissediyorum. İşte güneş doğmak üzere. Al sana bir bahane. Karanlığı yırtarak geliyor. Dingin ve kararlı. İçim ışıyacak belki, daha katlanılır olacak dünya. Küçük sırlar fısıldıyor doğa bana. Hayatın sırrını bilemiyorum belki ya, nasıl katlanılır biliyorum artık. Anladım. Neşeyle. Neşesi olmayan bir hayat mağaralarına iteler, karanlığa iteler zavallı ruhları. Ah kuşlar… Neşelenmeli, neşe saçmalı, neşeye kapılarını açmalı. Daha katlanılır bir hayat için bu gerekli. Pencereyi açmalı şimdi. Derin derin soluk almalı. Hayatı içine çekmeli. Sonra mı? Bırakmalı kendini, akışa.”
Kalemi bıraktı masaya. Günışığını karşılayan kuş sesleri dışarı çağırıyordu onu. Şakıyorlardı durmadan, neşe saçıyorlardı. Bir şeyler kıpırdıyordu içinde. Pencereleri açtı. Derin derin nefes aldı. Üzerini değiştirdi. Geçen günlerin, ruhunun üşümesinin acısını dindirmeye çalışacaktı. Uzunca yürüdü sokaklarda, caddelerde. Sevdi bu hali. Hayata dâhil olmak, ona karışmak lazım, diye düşündü. Bu oyalanma hali hiçlik duygusunu da bir süre baskılardı belki. Ya da silip atar. Kuşlar fısıldıyordu sanki: ‘Hayatı katlanılır kılan neşedir, neşe. Kıpırda biraz. Kurtul şu hiçlikten. Kolay olan bu. Teslimiyet bu. Sen kendini yeniden inşa et. Toparlan. Hayatın içinde kendini yeniden inşa edebilirsen bir şey olabilirsin. Yeni filizler büyük yıkımlardan sonra boy verir. Unutma! Yık seni hapseden o karabasan evini, mağaranı. Yenilen baştan başa. Aç kanatlarını.’ Unutmam! dedi mırıltıyla. Yolunu uzattı kararlılıkla. Bilemediği duyguları tatma ihtiyacı doğdu içinde. Hayata karışmaya niyetliydi. Akışa.
edebiyathaber.net (21 Ocak 2023)