Söyleşi: Ediz Doğan
Yazar Pınar Saklıyan, çocukluğunun tüm özel günlerine eşlik eden, annesi Gönül Saklıyan’ın tasarlayıp diktiği kıyafetlerinden kocaman bir masal dünyası yarattı. ‘Nazikistan Ülkesi’nde geçen “Annemin Zarif Elbiseleri”, İthaki Çocuk etiketiyle raflardaki yerini aldı. Saklıyan’la “Öncelikle 8-12 yaş grubuna seslenmekle birlikte aslen tüm masal severlerle yakınlık kurabilen bir anlatı” diye tarif ettiği kitabını konuştuk.
İthaki Çocuk’tan çıkan “Annemin Zarif Elbiseleri” kitabının doğuş hikâyesi, isminde saklı aslında. Anneniz Gönül Saklıyan’ın size diktiği elbiseler ilham vermiş masalınıza ve ‘Gönülden’ karakterine. Annenizi yâd ederek ve ondan biraz söz ederek başlayalım söyleşimize. Nasıl bir ilişkiniz vardı onunla?
Bana “masalsı bir gerçek” yaşattı annem… Doğduğum günden ayrıldığımız ana kadar içimi dışımı ısıtan, zarafetle kuşatan birbirinden şık, özel elbiseleriyle; özenli yaklaşımıyla derin izler bıraktı ruhumda. Doğum günleri, mezuniyet törenleri, bayramlar, kutlamalar, yılbaşı geceleri, herhangi bir işin, ortamın ilk deneyimlendiği anlar, sahnedeki temsiller, nişan, düğün davetleri… Annemin yaratıcılıkla tasarlayıp diktiği kıyafetler giyilerek geçti. Alçakgönüllü, yüce gönüllü, insancıl yaklaşımlar sergilemeye her daim gönüllü bir kimlik inşa etmekte ilham Gönül Saklıyan’dır. Hayata beraber devam etmenin çok farklı, sıra dışı bir yolunu bulmak için de ilham oldu son etapta bana. “Gönülden”i masalıma böylelikle davet ettim. “Gerçekçi bir masal”ı da ben kurdum annem için.
Hazır geçmişe dönmüşken; çocukluk yıllarınıza da gidelim. Nasıl bir çocukluktu sizinki? O zamanlarda da masallara ve kitaplara ilginiz var mıydı?
Çocukluk; bana göre insanın yaratıcılığını yaşama yansıtmak, kalıpsız, bağımsız düşünebilmek açısından ustalık devri. Gençliğe doğru kalfalık baş gösteriyor; sosyal rollerin, kültürel yapıların, kurulan, önerilen, yer yer dayatılan standartların içerisinde kendini -sıklıkla- sınırlı var edebiliyor insan ve özgünlüğünü bu kabuklar, ezberler içerisinde kısmen yürürlüğe koyabiliyor… Yaş alınan üçüncü dilimde ise elini kolunu, aklını fikrini bağlayan çok eşyaya, deneyime, unvana, algıya maruz kalıyor kişi. Zihni berrak, bedeni dinç olanlar belki ezber bozabilirler ancak yaratıcılığın ustalık devrine; yani çocuksu meraka, dirime, özgürlük ve özgünlük evrenine bu dönemde göz kırpabilenlerin sayısı fazla değil.
Benim çocukluğuma gelince; hoşgörüsü sınırsız, güveni koşulsuz ve ilgisi tarifsiz bir annenin kızı olarak yaşadım çocukluğumu. Her bir satırını ona yüksek sesle okuduğum yüzlerce öykü, masal, şiir kitabının dili olsa da anlatsa, annemin masallar ve kitaplarla kurduğum bağlar üzerinden aramızda nasıl bir ilişki dokuduğunu. Bugün de kitaplığımdaki birçok kitaba yeniden göz gezdirdiğimde, ön sayfalardaki boş alanlarda annemin imzasıyla karşılaşıyorum; hediyesini verirken iyi dileklerini eksik etmeyen özenli cümleleri de beraberinde.
“MASALLAR HER ŞEYDEN ÇOK UMUT VERİR”
Masalınız, Nazikistan Ülkesi’nde geçiyor. Burada yaşayan kibar ve hoşgörülü insanlar arasında amansız bir salgın başlıyor. ‘Salgın’ artık hiç de yabancı olmadığımız bir kelime. Koronavirüsle birlikte çocuklar bile pandeminin, salgının, amansız hastalıkların ne olduğunu öğrendi. Bu sürecin de etkisi oldu mu yarattığınız masalda?
Elbette etkili… Koronavirüs sebebiyle son sözler karşılıklı sarf edilemeden, sarılıp öpüşülemeden; bırakın öpüşmeyi, yan yana olunduğu hâlde ufacık bir dokunuşa dahi fırsat bulamadan ayrılmak, çok acı tecrübedir. Kimse böylesini yaşamasın dilerim. Bu acıdan çıkmak, ancak derin bir anlama tutunarak mümkün kılınabilir. Olumlu düşünmeye, her güne iyi duygularla başlamaya yatkın mizacımla; eğitimlerde, seminerlerde anlatageldiğim bu tavrı sahiplenme yetim üzerinden sınandığımı ciddi ciddi düşünüyorum.
Yasımda yaslandığım metin “masal” olarak belirdi zihnimde, kalemimde. Masallar her şeyden çok umut verir ve cömertçe sunduğu da hep mutlu sonlardır. Küresel salgından, tekil düzeyde değil -tüm kapanmaz yaraların üzerine, yine de- insanlık toplumu için mutlu bir sonla çıkabilmenin hayalini kurduğumdan, bilincimin yanı sıra bilinçaltımın beni masal kurmaya sevk ettiğini söyleyebilirim.
Kitapta bahsi geçen salgın bir “kabalık” illeti. Ülkede yaşayan herkes bir anda kaba saba, kötü sözler söyleyen insanlara dönüşüyor. Günümüzde de -maalesef- sıkça rastlamak mümkün böylelerine. Onları dönüştürecek ‘mucize’ ne olabilir sizce?
Masalda adı konulamayan salgının; hiçbir gerekçesi olmadığı hâlde bir kuşa zorbalıkla, hoyratça davranan kişinin bu kötücül tavrı dolayısıyla baş gösterdiğine dair bir inanış var. Koskoca ülkenin üzerine hiddetle saçılan “ölüm tozu”, halkın birbirine yok yere kabalık ettiği, hakaretle, şiddetle davrandığı kısacık zaman dilimlerinde etkisizleşiyor; sonra yeniden ve ani şekilde yayılıyor bünyelerde. Kötü söz söyleyen, bir an için iyileştiğini fark edince bu defa hastalığın etkilerinden kurtulmak gayesiyle mümkün mertebe kaba davranışlar sergiliyor. Önce savunma mekanizması şeklinde gelişen kabalık, bir yerden sonra özümseniyor. Kötülüğün kötülüğü beslediğinin ve bir aşamadan sonra da sık tekrarlananın (akıl dışı, insanlık dışı olsa dahi) kanıksandığının, içselleştirilebildiğinin örneğini veriyor anlatı. Günümüz “iletişim teknolojileri çağı”nda; dijital, sanal ortamlarda, her yaş grubundan bireye, adeta üzerine şerbet dökülerek içirilen zehirdir şiddet. Örgün eğitim çağındaki çocukların günlerini, gündelik sohbetlerini kuşatan video oyunlarına, farklı yaş gruplarından ve sosyo-ekonomik statüden yetişkinlerin, kişiselleştirilmiş içerik üreticisi kanallardan her gün dinmek bilmez bir iştahla izledikleri dizilerin, yüksek bütçeli filmlerin sunduğu görselliğe, diyaloglara, yaratılan karakterlere baktığınızda, zamanın ruhunun en çok zorbalığı popülerleştirdiğini fark edersiniz. Panzehri de hemen ardından sunuluyor toplumlara; sükûnet, anlayış, empati, içsel yolculuk, sabır… Öğretileri her dilden ve dört yandan savunulmakta. Ne mutlu ki iyisiyle de vasatıyla da, geliştirilen böyle içerikler de var hayatlarımızda! Ancak bana sorarsanız (ki sordunuz) asıl dönüştürücü etki, masalda da imgesini bulduğu üzere, “zarafet”tir. Zarafet; mucizevi sonuçlar doğurabilecek gücü içinde barındırmakla beraber, bir o kadar doğal, emek veren herkesin edinebileceği bir niteliktir. Masaldaki fikir, tam da bu çerçeveden okurun dimağına sunuluyor: Hayatı güzel kılmak, umutla, mutlulukla donanmak için doğaüstü güçlere sahip esrarengiz bir kahraman aramaktansa, o dönüştürücü gücü öncelikle bireysel, peşi sıra toplumsal iradede bulmak mümkündür. Çaba sarf ederse her birey zarif iletişime bürünebilir. Bireyler zarafeti sahiplendiklerinde, uyguladıklarında toplumlar da dönüşür, zarifleşir.
“OĞLUMA DOĞDUĞU GÜNDEN BAŞLAYARAK OKUDUM DURDUM”
“Annemin Zarif Elbiseleri”ndeki illüstrasyonlar, Öykü Akarca’nın imzasını taşıyor. Çocuk kitaplarında çizimler de en az metin kadar önemli. Kitabın hazırlık aşamasında nasıl bir çalışma izlediniz Akarca’yla?
Sevgili Öykü Akarca’yla karşılaşmadan, konuşmadan, uzun uzadıya fikir alışverişinde bulunmadan, akışa güvendiğimiz bir süreç yaşadık biz. Masalımı okudu Öykü, kendi yaşam öyküsünden izler buldu metnin içinde; Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde”sinde olana benzer biçimde; çocuklukta dikiş makinesinin yan odadan duyulmuş coşkulu ve baskın sesi, kumaşların rengi, masal cümlelerimden Öykü’nün bilinçaltına uzandı ve saatlerce konuşup tartışsak belki de ancak yakalayabileceğimiz bir imgesel uyum; bir tür özdeşlik böylelikle, kendiliğinden çizimlere yansıdı. Resmederken yakaladığı ve sayfalara zarafetle yerleştirdiği ayrıntılar annemle ilişkimin öyle boyutlarına temas ediyor ki aynı yan odalardan, aynı dikiş makinesi seslerini duymuş da bundan ancak şimdi haberdar olmuşuz gibi bir his uyandırdı içimde.
Sizin de bir çocuğunuz var. Çocuk edebiyatına yönelmenizde anneliğin etkisi oldu mu?
Edebiyata ve çocuğuyla nitelikli bir ilişkiyi edebiyatla kurmaya meraklı sayısız anne gibi ben de oğluma neredeyse doğduğu günden başlayıp, onun kendi seçtiklerini okumaya yöneldiği döneme varıncaya kadar sürekli masallar, öyküler, farklı dillerden metinler okudum durdum. Sonra onun yüksek sesle bana okuduklarını hevesle, dikkatle dinler buldum kendimi ki bu tecrübenin değerini annem sayesinde, küçük yaşta zihnime kondurmuştum. Kırmızı Başlıklı Kız’ın güle oynaya içine dalıverdiği ormanın ıssızlığını, nedense adını bir türlü öğrenemediğimiz bu kızın (ve büyükannesinin) kurdun midesinden sapasağlam çıkarılma anının hızla geçiştirilen vahşi destansılığını, Pamuk Prenses’in elbisesinin karpuz kollarını, Uyuyan Güzel’in uyandırılma öpücüğünü, Keloğlan’daki şaşkınlığı, kader dönüşümünü, Bremen Mızıkacıları’nın birbirlerini incitmeden üst üste durabilmekle kötüleri püskürtmeyi başaran takım gücünü, Nasreddin Hoca’nın herkese yeten muzip aklını, sonra sonra Bülbülü Öldürmek’i, Şeker Portakalı’nı, Pal Sokağı Çocukları’nı; Jules Verne’i, Daniel Defoe’yu, Altın Çocuk Kitapları içerisinden özellikle İyilik Meleği, Demiryolu Çocukları ve Fadik’i, elbette Gülten Dayıoğlu’nu, Selma Lagerlöf’ün Nils Holgersson’unu… Çocukluktan anneliğe, sanki bir anda geçiveren on yılların silemediği izler olarak yanımda taşıyorum. Kendi kendime okuduğum, benimsediğim yerel ve uluslararası metinlerin, imgelerin de, çocuğum için okuduğum farklı hayal gücü ürünlerinin de çocuk edebiyatına yönelmemde büyük etkisi olmuştur.
“HAYATTA ‘ZARİF İZ’ BIRAKMAMIZ MÜMKÜN”
“Annemin Zarif Elbiseleri” sadece çocuklara değil, yetişkinlere de hitap eden bir masal. Eserlerinizi kaleme alırken dikkat ettiğiniz bir konu mu bu?
“Annemin Zarif Elbiseleri”; öncelikle 8-12 yaş grubuna seslenmekle birlikte aslen tüm masal severlerle yakınlık kurabilen bir anlatı. Sahiciliğiyle kabulleri, ezberleri aşabilen ve önerdiklerini geniş okur kesimlerine duyurabilecek, güçlü bir yönü var. Bu fikir kişisel değil, yayın sonrası okurlardan aldığım geri bildirimlere dayanıyor.
“Temsil” alanında araştırmalar yapan bir sosyoloğum; dil yoluyla anlam üretmenin boyutları, toplumdan topluma farklılıkları üzerine çalışmalarımı hem sahada hem yazın dünyasında etkin biçimde sürdürmekteyim. Düzenlediğim eğitim ve seminerlerde farklı duyarlılıkları ve deneyimleri olan kişilere, gruplara hitap ediyorum ve bu iletişim tarlasının rengi, bereketi yayılıyor metinlerime de! Örgün eğitimde farklı yaş gruplarından öğrencilerle, üniversite gençleriyle, mezuniyet sonrası kariyer yolculuğuna henüz başlamış insan değeriyle ve kıdemli yöneticiler, liderler, şirket sahipleri, kurum sözcüleriyle; çok geniş bir dağarcıkla iç içe, yakın temas hâlindeyim. Böylesi bir zenginliği; entelektüel, sosyal, psikolojik lütfu bana sunan hayata şükran duyuyorum. Eğitim, seminer, söyleşilerde, etkili iletişim odaklı sahne performanslarında “Zarifİz” başlığıyla geliştirdiğim bir yöntemsel aklı önemsiyorum: Her birimizin, hayatta kişisel olarak kapladığımız alanlarda “zarif iz” bırakmamız mümkün ve çaba sarf edersek, kavramın içini dolduran iletişim unsurlarını yaşantımıza katarsak hep birlikte “zarifiz” diyebileceğimiz bir toplumsal bütünlük de pekâlâ yakalayabiliriz. Bu kelime oyununun içerdiği düstur; gerçek hayatta da masalda da kurduğum tüm cümlelerin atom çekirdeğidir; parçalandığında bir kanattan “benlik” diğer kanattan “biz olmak” fikri etrafa saçılıyor. Makalelerimi, denemelerimi, eğitim içeriklerimi, sahne performanslarımda yararlandığım metinleri, sanal mecra yayımlarımı, öykü ve masalımı kaleme alırken aynı geniş evrenden besleniyor ve her geçen gün farklı bir muhatap grubuna seslenebilmenin tarifsiz zenginliğini yaşıyorum. Ortaya çıkan metinler; insancıl bakış açısıyla, sağduyuyla ve kendine özgü bir üslup tutturabilmenin mümkün bütün yollarını geliştirmeye adanmışlıkla hayata katılıyor. Dolayısıyla bu geniş iletişim ağını korumak; yazdığım, yazacağım tüm metinler için dikkat ettiğim unsurdur.
Masalları yalnızca çocuklara özgü kabul ediyor, yaş ilerledikçe, belki de çocuk sahibi olana kadar bu türle olan bağımızı zayıflatıyoruz sanki. Neden böyle sizce?
Masallarla bağımızı zayıflattığımızı düşünmüyorum; biçim değiştiriyor belki bağlar. Masal anlatanlar, masal dinleyenler her dönem olduğundan daha da çok varlık gösteriyorlar 21. yüzyıl toplumlarında ve üstelik daha görünür, bilinir -kitlesel- durumdalar. Üretim-tüketim dengeleri üzerinden, siyaseten, felsefi, edebi, sanatsal bağlamlarda… Aklımıza getirebileceğimiz, insana özgü her kültürel alanda, her deneyim sahasında iyimser veya karamsar, erdemli veya tahripkâr anlamlarıyla masalların etkisini yaşamakta, görmekteyiz.
“Eski usul” masallardan uzaklaşıldığı düşünülüyorsa şayet, bunu belki şöyle gerekçelendirmek mümkün: Geleneksel manasıyla, bir sözlü edebiyat türü olarak masalların sıklıkla çocuklara, uykudan önce anlatılması ya da geçmiş zaman ulaklarının, vardıkları yerleşim yerinin halkına, onları hayranlık ve merak içinde bırakacak hikâyeleri özellikle de geceleri, yakılan ateş etrafında gösterişli vurgular ve tavırlarla anlatarak bir an için gerçek yaşam deneyiminden soyutlamayı başardığı ritüelden hareketle; “uyutan” anlatılar olarak bilinmesi, uzaklaşmanın nedenlerinden sayılabilir. Uyumak istemeyen çocuklarız zira, hayat akışında! Ve ikincil düzeyde de, gerçeklikten bir menfaat dolayısıyla bizi koparmaya çalışan, sahtelik ve hile kokan söylemlerin tenkit edilmesi için kullanılmasına alıştığımız bir ifade olduğu içindir ki uzaklaşabiliyoruz masalların gerçek dışılığından. Gündelik dilde, genel kamuoyu algısında “masal anlatma”nın hiç de makul ve makbul görülmediği karanlık yön burada: “Bana masal anlatma!” deriz karşımızdakinin gerçeği eğip bükmeye, belki yalana meylettiğini kavradığımızda veya “Hep aynı masalları dinliyoruz” diye yakınırız bazen; fiilen hiçbir değişime sebep olamayan söylemlerin sürekli tekrarlanmasından duyduğumuz bıkkınlığı yansıtmak üzere… Dil, düşünme biçimidir. Zihnimizi şekillendirir, kimliğimizi her yeni an dönüştürmektedir kullandığımız sözcükler, tanımlar, deyişler… Masalların, tam da sağduyulu bir umutla vermeyi hedeflediği dersler dolayısıyla “uyutan” değil “uyandıran, uyaran” boyutunun zihnin gündemine yeniden işlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Böylelikle huzur içinde döneriz erdemleri yücelten, iyiliğe vurguyla dersler veren, mutlu umutlu masallar diyarına.
Siz aynı zamanda sosyolog ve iletişim danışmanısınız. Sizi biraz daha yakından tanımak adına; eğitim ve kariyerinizden bahsedelim mi biraz da?
Çok erken yaşta, hayatta ne istediğine değilse de ne istemediğine karar verebilmiş talihlilerdenim: Sosyoloji eğitimi almak, daha disiplinin adının bile doğru telaffuz edilemediği yıllarda, bir tür idealizmle, ilk tercihim olarak belirdi zihnimde; meslek edinmektense farklı mesleklere altyapı kurabilecek bir bilgiyle tanışmak istemiştim. Bu eğitim sürecini, Türkiye’nin kendine özgü koşulları içerisinde en ufuk açıcı kurumlarından Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin öğrencisi sıfatıyla dolu dolu yaşamak, bünyeme iyi geldi. Birincilikle bitirdiğim lisans eğitiminin sağladığı genel kültürel arka plandan, saha çalışmalarından, “fark”a odaklanma refleksinden; çevremi kuşatan sanatkâr, emektar ürünlerin yarattığı değerden beslenerek, yüksek lisans tecrübesinin de üzerine, iş dünyasında kurumsal iletişim alanında, fıkra gibi olacak ama hep de Hollandalı, Fransız, Amerikan şirketlerinde bir araya geldiğimiz karma kültürlü topluluklarda iletişim faaliyetlerini yönettim.
“Temsil” mekanizmaları üzerine kuramsal bilgimin, kurumsal profesyonel iş dünyasının gerçekleriyle kesiştiği, yer yer yarıştığı ama çokça çakıştığı, 12 yıllık hareketli, bereketli bir kariyer seyahati geçirdim. Sonra eve, yani kavramlar dünyasına döndüm. Dönem içinde gerek Türkiye’de gerek Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde aldığım eğitimler, katıldığım sertifika programları, konferanslar, seminerler ve edindiğim kazanımlar neticesinde, sözümü daha etkili söyleyebildiğim, yazımı daha güçlü kılabildiğim, hayatı daha geniş kavrayabildiğim kimliğime güvendiğim an itibarıyla da bağımsız danışmanlık, eğitmenlik şirketimi kurdum. 2012 yılından bu yana, etkili iletişimin her alanında çağdaş normlar, önermelerle yerel, kültürel usul ve uygulamaları analiz ettiğim, harmanladığım ve farklı yaş gruplarından farklı değer yargıları ve yaşam tecrübelerinden kişiler, takımlar, kurumlarla buluştuğum adeta “büyülü” bir meslekî deneyim içerisindeyim. Her günüm sosyoloji; her eğitim saha çalışması ve her insan bir dünya! Gerçekçi ve masalsı unsurlarıyla.
“YAZIYLA HAYATI KURCALIYORUM”
Yazım yolculuğunuz nasıl başladı?
“Kendimi bildim bileli yazarım” diye başlayayım da gülelim biraz: Henüz 4.5 yaşındaydım, ağabeyim beklenmedik bir kararla, 6 yaşındayken ilkokula gönderilince (bu kararın gerekçesini ailede kimse tam manasıyla açıklayabilmiş değildir!), oyun arkadaşım benden aniden uzaklaşınca ben de onun peşinden “fiş okuma” oyununa heveslenmiştim. O yıllarda, dedeme noktasız virgülsüz, başsız ve sonsuz cümlelerle, bin bir hevesle gönderdiğim mektuplar, el yazısından daha rahat okunabilir düşüncesiyle daktiloyla yanıtlanıp, böylesi zarif bir karşılık bulduğundan bu yana yazıyorum. İlk gençlik döneminde içinden çıkamadığım duyguları bir biçimde dışa vurmak üzere sarıldığım, hemen hemen tüm ergenlere olduğu gibi benim de ergenlik coşkuma eşlik eden günlüklerim, ruhumun denizleri misali, defterlere, raflara, (sakladığım) büyük boy bavullara sığmayıp taştığından bu yana, yazıyla hayatı kurcalıyorum! İş dünyasında, eş dünyasında, hoş zamanlarda, boş zamanlarda… Olup bitenleri, unutulacakları ve unutulamayacakları ayıklayamadığım anlarda, hep ama hep yazıyorum. Bir gün bir metniniz, o metne değer atfeden gözlerin, zihinlerin radarına giriyor. Onay alıyor cümleleriniz ve adınız “yazar” oluveriyor. Söylediğim gibi, kendimi bildim bileli yazarım. Ama şimdilerde, denediğim nice farklı tür ve farklı tat içinden doğallıkla sıyrılan, zarafete emek verilerek mutlu sona kavuşulacağını örneklemeye çalışan masalın yazarı olarak anılıyorum.
Masalların sosyolojik açıdan değerlendirmesini yaparsak; insanlık tarihinin en eski sözlü edebiyat türlerinden olan masalların toplumlar üzerinde ne gibi etkileri var?
Masal sözcüğü köken itibarıyla Arapça “mesel” yani öğretici, ders verici anlatıyla, “mesele”, “sual” kelimeleriyle ilişkilendirilerek düşünülebilir. Mesele; masalların hangi suallerle, hangi misallerle, içlerinin nasıl doldurulduğunda… Masallar, dil ile ilişkiyi güçlendirirken bir taraftan da kültürel kalıpları, ananeleri, gelenekleri tanıtan, bildiren; gerek yerel, ulusal gerekse evrensel değerlere yönelik bir bilincin oluşmasını sağlayan yapılar kurar. Yaratıcılığın, hayal gücünün gelişimine katkılarını tekrarlamayacağım bile. Ancak vurgulamakta fayda gördüğüm bir özelliği daha vardır ki masalların o da şu: Mutlu sona ermek için, her daim umutla, iyi niyetle, doğrulukla emek verilmesi gerektiğinin türlü örneğini sunar masallar. Ve bu iyiliğe hizmet eden çaba, önünde sonunda karşılığını bulur; hayal gücünü zorlayan çeşit çeşit talihsizlik yaşayan kahramanların yüzleri, verdikleri mücadelelerin ardından hep güler: Fakir Keloğlan herkesin evlenmek istediği, güzeller güzeli padişah kızıyla evlenir sonunda; Külkedisi, üvey annesi ve kardeşlerinin engelleme gayretlerine rağmen şanlı masal prensiyle kavuşur; iyiler, emekle, gayretle hak ettiklerini bulur. Ve onlar erer muradına biz çıkarız kerevetine… Masalların özellikle erdemler, evrensel değerlerle, iyiliğe dönük emeğin karşılığını bulacağı bir tür kaderle ilintisini korumanın, yaygınlaştırmanın sosyolojik açıdan derin, değerli etkiler bırakacağını söyleyebiliriz.
Teknolojiyle çok fazla hemhâl olduğumuz için, artık çocuklar da kitaplara sırt çevirip yüzlerini dijital dünyaya dönmeye başladı. Onlara kitapları, masalları sevdirmek, okuma alışkanlığı kazandırmak için ebeveynler neler yapmalı?
Ebeveynlerin; şayet kendi hayatlarında, hayatlarını temellendiren anlam dünyalarında samimiyetle yer bulmamışsa, hiçbir alışkanlığı çocuklarına aşılama arzusuyla özel bir gayrete düşmemelerini önerebilecek kadar profesyonel gözleme, araştırma bulgusuna ve ebeveynlik deneyimine sahibim. Önerilerin, nasihatlerin de çocuk gelişiminde elbet payı olur; bununla birlikte önerdiğini kendi uygulayamayan ebeveyn güvenilirliğini, tutarlılıkla tutundurulabilecek itibarını kaybetme riskiyle de karşı karşıya kalır. Çocuk an gelip “Hep aynı masalları dinliyorum” tepkisine mahkûm edilmemeli!
Masalların bizim kültürümüzde geniş bir yeri var aslında. Anadolu, masal konusunda çok zengin bir coğrafya. Oysa çocuklarımız bizim masal kahramanlarımızı değil; Pamuk Prenses’i, Külkedisi’ni, Rapunzel’i tanıyor. Bu konuda biraz eksik miyiz sizce?
Sahip çıkmakla, var olana değerini -ölçülülükle- teslim etmekle, temelde özüne yönelik farkındalıkla ilgili bir konu bu. Ve çok da derin bir konu. Duygusal zekâmızı daha derinden işletmemiz gereken kişisel, kurumsal, kamusal alanlar içindeyiz; sözümü sadece “masalımıza sahip çıkmak” açısından söylemiyor, daha geniş “kimlik” ve temsil süreçleri bağlamında bir eleştiri olarak koyuyorum her birimizin önümüze. Keloğlan’ı, Nasreddin Hoca’yı, Ali Baba ve Kırk Haramiler’i toplumsal hafızada bulmak pekâlâ mümkün ama arkası -genelleme yaparak konuşursak- pek gelmiyor. Biraz kaynak karıştırmaya, Boratav’a, Gökalp’e uzanmaya ihtiyaç var. Daha da önemlisi; kaynak karıştırmak ve öz kültürünün peşine düşmek için merak uyandırmaya ihtiyaç var. Apayrı bir röportaj konusu olur bu.
YAZARLIĞIN, YAZMAK KADAR SİLEBİLMEK OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM
Sizce herkes masal anlatabilir/yazabilir mi?
İfadenin tüm olumlu anlamıyla herkes masal anlatabilir, yazabilir kanımca ve bundan uzak durulmamalı. Masalların erdemli, umutlu, mutlu sonlar vadeden dünyasından ayrı kalınmamalı. “Masalınıza ve zarafete sahip çıkın” diyorum tüm okurlarıma, masal dostlarıma! Benim de özellikle yapmaya çalıştığım bu.
Son olarak; yeni bir kitap projeniz var mı?
Eğitim ve seminerlerimi üzerine kurduğum metinlerimden yola çıkarak bu yıl etkili iletişime dönük bir gelişim kitabı yayımlamayı hedefliyorum. Temsil alanında, zarafetle nasıl bir dünya kurulabileceği üzerine, umuyorum ki ilham verecek, ipuçları ve öneriler sunacak bir çalışma olacak. Bir yandan, “Rüyalarım, Gündüz Düşlerim” adıyla, neredeyse tamamlanmış bir roman denemem var. Bu ikinci metinde, yazma aşamasının ardından şimdi “silme” etabındayım. Yazarlığın yazmak kadar silebilmek olduğunu; fazlalıkları, kurguyla uyumlanamayan kişisellikleri, metni ve ruhu yormaksızın zarif dokunuşlarla ayıklayabilmenin de yazarlığa dair önemli bir sıçrama etkisi yarattığını düşünenlerdenim. Bir masal daha var ki onu son cümlesine kadar biliyor, yazmaktansa şimdilik sadece yaşıyorum.
edebiyathaber.net (27 Ocak 2023)