Söyleşi: Mehmet Özçataloğlu
Dorlion Yayınları tarafından yayımlanan “Cadı Kazanında Pandemi” adlı kitabın yazarı Ülkü Yağmur Ural’la söyleştik.
Pandemi süreci başlayıp da evlerimize çekildiğimizde edebiyat dünyası adına oldukça verimli bir dönem olacağını düşünmüştüm fakat gördüm ki; yanılmışım. Yaşadıklarımızı bile kaleme alan çok az isim oldu. Bu yüzden “Cadı Kazanında Pandemi” farklı bir kitap benim için. Üzerinden çok zaman geçmese de gündemin, kaygıların, üzüntülerin hızlı değişmesinden dolayı maskeli günlerimizi, alışverişe giderken zırha bürünmemizi, alışveriş dönüşü her parçayı tek tek yıkamamızı unutmuşum. Okurken de irkildim açıkçası. O döneme ait genel durumunuz ve yazma rutininiz nasıldı? Öyküleri yazarken zorlu bir mücadele verdiğinizi düşünüyorum.
Mehmet Bey, ülke olarak çok büyük bir felaketi yaşadığımız, depremzede kardeşlerimizin acısını iliklerimize kadar hissettiğimiz günlerin sonrasında bu röportajı yaptığımız için öncelikle tüm Türkiye’ye sizin aracılığınızla geçmiş olsun demek istiyorum. Dilerim bu son olur.
Yönelttiğiniz sorunun ilk bölümünü gördüğümde benzer düşüncelere sahip olduğumuzu fark ettim. Açıkçası ben de tıpkı sizin gibi pandemi dönemine ait daha fazla eser ortaya çıkacağını düşünmüştüm. O dönemde değişen alışkanlıklarımız, belki de yazarların yazma rutinlerini de etkilediği için sonuç bu olmuştur. Bende ise süreç farklı işledi. Bu tür olağanüstü durumlarda, bir çeşit savunma mekanizması olarak algılanabilir, kişisel olarak ayakta kalabilmemin yolu yazma eyleminden geçiyor. Önümüzü göremediğimiz, salgının ne zaman biteceğini bilemediğimiz, evlere kapandığımız o dönemde gözle göremediğimiz bir düşmana karşı mücadele verdik. Televizyon kanallarında aralıksız devam eden salgın haberleri ve canlı yayınlar, her gün aynı saatlerde yayınlanan vefat, yoğun bakım, iyileşen hasta sayılarının olduğu tablolar, il il mavi, sarı, turuncu, kırmızı renklerin yer aldığı haritalar…Dediğiniz gibi, maske hatta siperlik takmak, alınan hemen her ürünü yıkamak ya da saatlerce havalandırmak… Normalimiz olmayan her tür davranış pandemide normal hale geldi. Haliyle psikolojik olarak zorlandık, yıprandık. O dönemde ilk şoku atlattıktan sonra yazmaya başladım. Aslında, beni, sizi, yakın çevremizi, tüm dünyayı etkileyen pandemi dönemine ait bir iz bırakmak istedim.
Elbette ki kitap dosyası oluşurken zaman zaman çok zorlandım. Uzaktan çalışma, uzaktan eğitim, internet üzerinden belli başlı programları kullanarak katıldığımız iş toplantıları ile hayatımızın tamamını mecburen eve sığdırdık. Ruhumuz başka yerlerde gezinmek istese de bizler hep birlikte evlerimizdeydik.Kimi zaman psikolojik olarak kimi zaman da aynı evin içinde farklı rollerle yaşamımı sürdürdüğüm için yazma süreci zaman zaman tıkanabildi ama aşılmayacak bir sorun değildi.
Kitapta yer alan hikayeler gerçek insanların hikayeleri olduğu için onlarla bazen telefonda, yasakların hafiflediği dönemde de yüz yüze konuşarak çerçeveyi belirledim. O vakit şunu fark ettim Mehmet Bey. Bizler farklı evlerde, farklı şehirlerde, farklı ülkelerde yaşasak da duygularımız ve sürece dair yaşadığımız sıkıntılar çok benzerdi. Aslında yoğun çalışma temposunun içindeyken çokça özlediğimiz evlerimiz, yasak kapsamında mecburen dışarı çıkamadığımız dönemde pekçok insan tarafından “hapsolunan mekanlar” olarak tarif edildi. İşte, o evlere ayna tutmak istedim. Hiç tanımadığımız insanlarla aslında ne kadar da benzeriz görülsün istedim. Aralarında kilometrelerce mesafe olsa da Ülkü ve Havin aynı duyguları hissettiklerini, Agâh ve Batu aynı sıkıntıyı yaşadıklarını, Feridun Amca ve Leyla Teyze aynı yollardan geçtiklerini anlasınlar istedim. Kitap yayınlandıktan sonra aldığım yorumlara bakınca bu amacıma ulaştığımı fark ediyorum.
“Pandemi Öyküleri” başlığını görünce sürece dair öyküler okuyacağımızı düşünmüştüm. Bunların yanında farklı öyküler de var. Sanırım onlar bu sürecin içinde yazıldığı için yer alıyor kitapta. Bir anlamda sizin ruh halinizin yansıması diyebilir miyiz o öyküler için?
Elbette ki ister istemez benim ruh halim de yansıdı kitaba. Zira, hikayelerin tamamı benim süzgecimden geçti. Ancak bu sınırlıydı. Odak noktam her daim insanlar ve onların duygularıydı. Bu bağlamdan kopmadan tüm hikayeleri, gerçekliğiyle birlikte okuyucuya aktarmak istedim. Bazı öyküleri ise yazarken metaforik bir anlatım tercih ettim. Olanı olduğu gibi anlatmaktansa imgeler kullanmak, kimi zaman yaşanmışlığı zamandan ve mekandan kopartıp, içsel bir hesaplaşma olarak vermeyi amaçladım. Kitaptaki “Pişmanlıklar Oteli”, “Dünya Evinde Cinayet”, “ Dört Odacık” bu çerçevedeki öyküler. Aslında yine o dönemde yaşanmış gerçek hikayelerin farklı bir yöntemle yazılmış halleri diyebiliriz.
Toplumcu öyküler olmasa da topluma dair öyküler yazmışsınız. Karakterler genel anlamda beyaz yakalı olarak tabir edilen insanlar. Emek dünyasını, kapanan dükkânlardan dolayı işsiz kalanları da konu etseydiniz tam bir yansıma olabilirdi sanki. Ne dersiniz?
Mehmet Bey bu soruyu iyi ki yönelttiniz. Zira, zaman zaman merak edenler oluyordu. Sizin aracılığınızla yanıt verecek olmaktan memnuniyet duydum. Ben bu ifadeyi sıklıkla kullanıyorum, yazar olarak elimden geleni değil, yüreğimden geçeni yapıyorum.
Toplum dediğimiz kavram insanlardan oluşuyor. Dolayısıyla insana ait her şey toplumun yapısını da belirliyor. Açıkçası insanları yakaları ve o yakaların renklerine göre kategorilere ayırıp, kitabı da ona göre şekillendirmedim. Öte taraftan beyaz yakalı diye nitelendirilen insanlar da emekçi değil midir? Kitaptaki öykülerin karakterlerini mesleklerinden, eğitim seviyelerinden, yaşadıkları coğrafyadan, inançlarından, mezheplerinden, etnik kimliklerinden bağımsız düşündüm. Salt insan… Bir kalbi olan, derdi olan, acısı olan, birikmişliği olan insanlar.
Pandemide kepenk kapatan esnaf ve işsizlik konusuna gelince… Ekonomik kriz sadece pandeminin sınırları içinde ele alınamayacak kadar ya da tek bir hikayeyle geçiştirilemeyecek kadar derin bir konu bana göre. Sadece bu konu da değil…Ayrımcılık, kadın cinayetleri, göç, terör… İçinde yaşadığımız toplumu yakınen ilgilendiren bu konularla ilgili, yine gerçek insanların yaşanmışlıklarının yer aldığı hikayeler kaleme alıyorum. Bu öyküler farklı bir kitap dosyasında bulunuyor ve yayınlanmak için zamanını bekliyor.
“Oysa sevgide şüpheye yer yoktu. Kuşku yabani otlar gibi kalbini sarmış, evlilikleri dönüşüolmayan yola girmiş, aşk da yaşanan her tartışmayla darbe üstüne darbe almıştı” diyeyazmışsınız. Pandemi sürecinin ilişkiler üzerinde meydana getireceği olumsuzluklarkonuşulmuştu çokça. Sonuçları ne oldu bilmiyorum. Öte yandan duyguları daha dayoğunlaştırarak ilişkileri sağlamlaştırdığını da düşünüyorum genele yayamasak da. Katılırmısınız bana? Sürecin etkisini nasıl yorumlarsınız ilişkiler üzerindeki?
Şahit olduklarım ve o döneme dair yaptığım okumaları göz önünde bulundurarak yanıt vereceğim. Pandemi, ilişkiler için tam anlamıyla bir sınavdı bence…Salgın ve eve kapanma süreci başlı başına zor ve yıpratıcıydı. Sosyal hayattan kopma, aynı evin içindeki sıkışmışlık hissiyatı, üstüne virüsle ilgili endişe, sadece çalışma şartlarındaki değil ekonomik koşullardaki değişiklik haliyle ilişkilere de yansıdı. Normal şartlar altında çiftlerin gün içinde farklı iş yerlerinde ya da farklı mekanlarda akan hayatları vardı. Eve geldiklerinde haliyle paylaşım yapılabilecek farklı konular olabiliyordu. Pandemide özellikle bu değişti. Aynı evin içinde sürekli birarada durma hali bazı çiftlerde tahammülsüzlüğü arttırdı. Aslında tüm bunların özünde birdenbire değişen koşulların getirdiği psikolojik yük vardı. Bazı çiftler süreci iyi yönetebilirken bazıları ayrılık kararı alıp, ilişkilerini bitirdiler. Kitaptaki bahsettiğiniz hikayede bu konuyu göz önüne serdim. Cadı Kazanında Pandemi’yi okuyan kadın okurlardan bazıları çok benzer sorunlar yaşadıklarını dile getirdiler. Elimizde elbette ki konuya ilişkin bir istatistik olmasa da evlerde aynı çerçevede sıkıntılar yaşandığını anlamak mümkün.
Topluma temas eden öyküler yazmaya devam edecek misiniz? Yaşadığımız deprem felaketine dair öyküler okuyabilir miyiz sizden? Çünkü buralarda da çok fazla insan hikâyesi var.
Yaşadığımız deprem felaketi, yarattığı travma ve ülke olarak acımız öylesine büyük ki hissiyatımızı anlatmaya kelimeler yetmez bana göre. Yeri gelmişken şunu da ifade etmek isterim; acı bu kadar taze ve derinken, dahası hala kanıyorken depremin simgesi haline gelen birkaç kare fotoğrafa bakarak hikâyeler kaleme alınmasını da etik bulmuyorum. Elbette ki konuyla ilgili farklı düşünenler de olabilir ama benim düşüncem bu yönde.
Yaşadığımız toplumu derinden etkileyen konuları kaleme alırken hassasiyet gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ben pandemi hikayelerini yazarken, virüs nedeniyle hayatını kaybedenlerin ne şekilde hayatlarının son bulduğuna değinmedim.Bu bilinçli bir tercihti. Bazı hikayelerde, onların kaybının sonrasında yaşananları ya da o kaybın, geride kalanların maneviyatını nasıl etkilediğini kaleme aldım. Aynı şekilde, yaz aylarında okuyucuyla buluşması planlanan yeni kitabımda da özellikle hassas davrandığım konular var. Çünkü, kitabımın konusu bir kadın cinayeti. Olayın nasıl meydana geldiğinin detaylarından ziyade, öncesine ve sonrasına, yarattığı travmaya dikkat çekmeye çalışıyorum.
edebiyathaber.net (25 Şubat 2023)