Öykü: Çiğ tanesiyle hazan yaprağı | Esra Ciner

Mart 4, 2023

Öykü: Çiğ tanesiyle hazan yaprağı | Esra Ciner

Küçük kız çimenlere uzandı, yaşlı kadın yatağına… Biri yeni gelmişti, biri gitmek üzereydi. Dertleri bambaşkaydı elbette. Küçük kız sıkılıyor, oyun oynamak istiyordu ama oynayacak kimsesi yoktu. Yaşlı kadın ise gençliğini özlüyor, ağrılarından yakınıyordu. Birinin burnu Kaf Dağı’ndaydı diğeri sevdiği herkesi kaybetmişti. Kız hiç tanımadığı, kadınsa, artık pek tanıyamadığı yabancı bir dünyanın ortasında yapayalnızdı. Kızın beklentisi yaşam, kadınınsa ölümdü.  Aslında gülmek ve ağlamak kadar birbirlerine benziyorlardı. Ortak bir noktaları vardı; beklentilerine doğru yol alamamak…

İkisi de uyuyakaldı; biri çimenlerde, diğeri yatakta. Aralarındaki yetmiş yıla rağmen ortak bir rüyaya daldılar birlikte.

Karşılıklı salıncaklarda salınıyorlardı ağır ağır. Gökyüzü pembeden maviye dönen bir renk cümbüşü içindeydi. Uçsuz bucaksız yemyeşil bir çayırın ortasındaydılar. Etraflarını saran salkımlı ağaçlar vardı gür yapraklı. Baş döndürücü kokuya bakılırsa, belli ki akasyaydı; sarı, beyaz, pembe çiçekli…

Kız, etekleri fırfırlı apak bir elbise giymişti. Şapkası da eteklerine uyumlu, yine fırfırlıydı. Kadınınsa bedenine oturan entarisi mor satendendi, etekleri drapeli. Yakaları da dik ve yüksekti. Uzaktan bakılınca Renoir tablolarından fırlamış gibi duruyorlardı.

Sarı saçlarını savura savura cıvıltılı bir sesle konuşmaya başladı kız:

-“Niye bizden başka kimse yok buralarda? Ne kadar da yalnızız!”

-“Yalnızlık insanın kendindedir sarı kız, başkalarıyla yalnızlık giderilmez. İçini kalabalık tutmayı bir an evvel öğrenmelisin, yoksa çok üzülürsün” dedi kadın içgüdüsel bir söylemle, nerede olduklarını ve ne yaptıklarını o da bilmiyordu.

Kız anlamaz nazarlarla bakıyordu kadına. Alacalı mavi gözlerini kısmıştı.

-“Saçma! Tek başımayken nasıl yalnız hissetmem?” dedi burun kıvırarak. Kadının biraz bunak olduğunu düşünüyordu.

Kadınsa yüzünde hafif bir tebessümle izlediği kızın, henüz ne kadar saf hatta hafiften şımarık olduğunu düşünüyordu. Dünya onun için bir oyun parkıydı. Tabii şimdilik…  

-“Amaan neyse, çok sıkıldım, bari biraz bir şeyler anlat bana.”

Kadın bu fırsatı kaçırmak istemedi:

-“Kendini sevmeyi öğrenmelisin küçük kız, herkesten çok kendini sevmelisin. Hayatın bir günden ibaretmiş gibi yaşamalısın. Vaktini boşa harcamamalı, her gün yeni bir şey öğrenmelisin. Yaratılmış olan her şeyi merak etmeli ve sevmelisin” dedi bir çırpıda, kızın lafını kesmesinden çekinerek.

-“Ee ama sana öğüt ver demedim ki! Zaten sıkkın olan canımı daha da çok sıkıyorsun. Hem sen kimsin, niye buradayım ben?” 

Kadının feri sönmeye yaklaşmış mat mavi gözlerinde derin bir hüzün belirdi. Neyi nasıl anlatabilirdi ona şu tecrübesiz yaşında? Anlatabilse kader değişmeyecek miydi zaten?  Bu bilge kadın yine ortaya çıkacak mıydı? Vazgeçti, doğru değildi. Düşe kalka öğrenmeli, küllerinden doğmayı becerebilmeliydi. Ama bu kadar her şeyi bilirken, her şeyden bihaber bir çocuğa yardımcı olamamak ne kadar da acıydı.

Kadın bunları düşünürken, kız umursuzca sallanmaya devam ediyordu. Dayanamayıp son bir şeyler daha söylemeye yeltenmişti ki, aniden gökyüzü karanlık bulutlarla doldu. Çayırın zümrüt yeşili sarıya dönmüş, akasya ağaçları kuru dallarıyla çırılçıplak kalmıştı. Önce hafif hafif esen rüzgâr sert bir fırtınaya evrilmişti. Ortalık yerinden oynuyordu. Rengarenk Renoir tablosu Moreau’nun kaotik çizimlerine benzemişti şimdi.  Kızla kadın korkuyla birbirlerine sarıldılar.

Onlara çok uzun gibi gelen bir zamandan sonra gök yarıldı, göz kamaştıran bir ışık yayıldı her yana. Işık tatlı bir sıcaklık da veriyordu. Fırtına dinmiş, gökyüzü yeniden açılmıştı. Kadınla kız oldukları yerde kala kalmışlardı, bir yandan titriyor bir yandan ağızları açık olan biteni izliyorlardı. Ortalık sakinleşirken, fezadan gelir gibi gür ve tok bir ses duyuldu:

-“Korkmayın!  Zamanın içinden gelen bu ilahi diyarda hiç olmadığınız kadar güvendesiniz.”

İkisi de büyülenmiş gibi dinliyorlardı bu içlerine işleyen esrarengiz sesi. Neler oluyordu? Önce yaz sonra kış olmuştu, şimdi ise bilmedikleri bir mevsim. Ne kadar çok duygu yaşamışlardı kısa bir süre içinde. Başta kadın huzurluydu, kız heyecanlı. Ardından çıkan kıyamette ise ölesiye korkmuşlar, şaşırmışlar şimdi de bu sesin etkisiyle rahatlamışlardı. Garip bir korunma altında gibiydiler, bir şeyler oluyor gibiydi ama aslında hiçbir şey olmuyordu.  

-“Şimdi bana gerçekleşmesini çok istediğiniz bir dilek söyleyin” dedi tuhaf ses.

Neler olup bittiğine dair hiçbir fikirleri yoktu, ancak ikisi bir ağızdan hiç düşünmeden cevap verdiler:

-“Büyümek istiyorum!”

-“Gençliğime dönmek istiyorum!”

Ortalık bir süre sessiz kaldı. Heyecanla gelecek cevabı bekliyorlardı.

-“Demek biriniz yaşanmamış yıllar, diğeriniz tekerrür istiyor, öyle mi?” dedi bilinmeyen varlık.  

Dona kaldı kızla kadın, bekledikleri karşılık bu değildi. Sesin söylediklerindeki manayı tam da kavrayamayan küçük kız hemen cevap verdi olduğu yerde zıplayarak:

-“Hayır, hayır büyümek istiyorum ama oyun da oynamak istiyorum. Hah, bir de doyasıya şeker ve dondurma yemek…”

Kadın ise biraz düşündükten sonra sükunetle konuşmaya başladı: 

-“Niye tekerrür olsun ki, şimdiki aklımla gençlik yıllarımı yaşamak kadar muhteşem ne olabilir?” dedi.

Tartışılacak bir durum yoktu, kızla kadının isteklerini geri çeviremezdi.

-“Pekala, dileklerinizi yerine getirmekten büyük memnuniyet duyarım o halde.”

***

Derin bir boşluk duygusu içinde kıvranıyordu kız. Artık genç bir hanım olmuştu, hatta orta yaşa doğru giden bir yolun başındaydı. Ruhunun olgunluğu ona amansız bir ağırlık veriyordu. Yaşıtları gibi cıvıldayamıyordu ne kadar istese de, içi sıkılıyordu sürekli. Oysa ne de neşeli, canlı bir çocuktu. Yerinde duramaz, içinden ateş fışkırırdı. Şimdi ise; yüreği, kasvetli bir havada yüzünü göstermeye çalışan güneş kadar donuktu.  

Babası göçüp gitmişti bir süre önce. Annesiyle ise nedense konuşacak bir şey bulamazdı, öyle otururlardı boş boş. Yakın olamamışlardı bir türlü, arada köprüsü olmayan iki kıyı kadar uzak ve münasebetten yoksundular. Kız başı boş dolaşan gezegenler kadar yalnız hissediyordu kendini. Sarılıp göğsüne basacağı, kokusunu içine çekeceği tek bir canlı yoktu etrafta. Herkese istemsiz bir mesafe koyardı. Kendine bile bu kadar yabancıyken kime yakınlık duyabilirdi ki? İçinde işlemesi yarım kalmış bir dantel vardı sanki; delik deşik, bir şeye benzemeyen gümüş ipten bir dantel…    

Hayat onun için damla damla erimeye mahkûm bir buz parçasıydı. O kadar soğuk, o kadar amaçsız…  Mecbur muydu tahammül etmeye, burnunun direğini sızlatan bir hatıraya dahi sahip değilken? Bitirse şu an şu anlamsızlığı, belki koşardı yine yeşil çayırlarda zıplaya zıplaya, küçük bir çocuğun umursuzluğuyla… Evet, mecbur değildi, hem de hiç… 

***

Kadın şaşkındı, bir anlam veremiyordu kendine. Umut vaat eden koca bir hayat vardı önünde, sağlıklıydı, dipdiriydi. Ama işte şu can sıkıntısı musallat olmuştu benliğine. Hevesle başladığı her şeyi yarıda bırakıyordu, sıkılıyordu her şeyden. Sanki beyninde hep aynı yerde takılı kalmış bir plak vardı, bir türlü bir sonraki şarkıya geçemiyordu. Sonraki şarkı için hevesi de yoktu zaten. Nasılsa tüm şarkıları ezbere biliyordu.

Yorgundu çok; insanlardan, olaylardan bıkkındı, bezgindi. Kekremsi bir tat bırakıyordu damağında tüm lezzetler. Kendini demode, küflü ve geçkin hissediyordu. Eski bir filmden kalan siyah beyaz bir figürdü şu rengarenk dünyanın ortasında; o kadar sırıtıyordu, yakışmıyordu bu zaman dilimine. “Elli yıl önce doğmalıymışım ben” diyordu sık sık kendi kendine. Ne iki kelam içi dolu laf edecek, ne de anlattıklarını dinleyecek birileri vardı etrafta. Hayat bir saman parçası kadar renksiz, ruhsarsız ve anlamsızdı; takati yoktu kolunu kaldırmaya. Kafasını taşıyan şu genç beden onun mülkiyetinde değildi, ruhu geçici olarak misafirliğe gelmişti.   

Değişik şeyler yapmaya çalışıyordu kendini oyalamak adına. Yeni bir işe girmişti mesela, gelişebileceği, ilerleyebileceği bir işti bu. Birçok insan vardı birlikte çalıştığı. Ama ne fayda? “Nasılsa bir gün bitecek, yine boşa çıkacağım, şu gördüğüm insanlar, dert ettiğim şeyler silik birer anı olarak kalacak” diye düşünüyordu. Her şeyin bir gün “geçmiş bahar mimozaları” gibi kuru, kokusuz ve manasız kalacağını söyleyen biri vardı sanki beyninin bir köşesinde.  

***

Kız gözünü açtığında havanın serinlediğini fark etti, içi ürpermişti. Uyuya kalmıştı demek çimenlerin üzerinde. Hemen kalktı, üzerindeki otları temizledi. Zıplaya koşa evinin yolunu tuttu, merakla onu arayan annesinin kucağına koştu. Ertesi gün okuluna gidecek, arkadaşlarına da sarılacaktı. Dalacaktı aralarına fütursuzca. Yaşamı doya doya içine çekecekti; hiçbir anı kaçırmadan, sıkılmadan, şikâyet etmeden…

Kadın yattığı yerden doğrulmaya çalıştı. Son bir kez izleyecekti güneşin doğuşunu. Şükretti yaşadığı her ana, teşekkür etti hayatına giren herkese. Ama artık veda zamanıydı, yeni bir trene binme vaktiydi. Huzurlu bir gülümsemeyle derin bir nefes alıp hızlıca bıraktı…

edebiyathaber.net (4 Mart 2023)

Yorum yapın