“Düşüncenin ilk hareketi, herkesin anladığını sandığı bir olay karşısında anlamıyor davranmaktır.” Jean Guitton
İnsanlar kelimeler/terimler ve kavramlarla düşünür. Platon, düşünmeyi bir “iç konuşma”, düşüncenin dışa aktarılmasının da dil vasıtasıyla gerçekleştirildiğini işaret eder. Davranış psikolojisinin kurucularından John B. Watson da Platon’a katılır ve davranışçılık üzerindeki ilk kitabında “Düşünme, büyük ölçüde sessiz konuşmadır” der. Dolayısıyla sesli konuşma ve ayrıca yazma düşünmenin dil ile ifadesidir. Dildeki yetersizlik veya güç düşünmeyi, düşüncenin ifade edilmesini de etkiler. Dilde kısırlık düşünceyi doğru ve yeterince ifade edememeye sebep olur. Dil, elbette kültürün taşıyıcısı ve üretici kaynağıdır. Dil üzerine söz söylemek yerine daha çok dil ile kalıcı, derinlikli kültür ürünleri ortaya koymak daha değerlidir. Öylesine zihinlere bulaştırılmış, düşünceyi sınırlayan veya engelleyen sloganlarla ne düşünmenin kapısı aralanıyor ne düşünce üretilebiliyor ne de dil doğru kullanılmaya çalışılıyor. Benzer anlayış ancak yeni bir düşüncenin bulunmaması, onun yokluğunun göstergesidir. Çeşitli sloganları, basma kalıp sözleri sıkça tekrar ederek asıl düşüncenin önüne engel olmak ise insanı düşünceden yoksun etme durumudur. Bu durumu çok iyi kavramak, anlamak da çaba gerektiriyor.
Düşünmek okumayla ve anlamayla doğrudan ilgilidir. Francine Prose’un dediği gibi “Ne kadar çok okursak o kadar çok anlarız.” Dile egemen olmak düşüncenin aktarılmasına doğrudan yardımcı olur. Çünkü düşünceye derinliğine sahip olanlar bu düşüncelerini dil ile daha iyi ifade ederler. O halde hemen sormak gerekiyor; eğer bir düşünce yoksunluğundan bahsediliyorsa sebebi dil midir veya soruyu tersine çevirdiğimizde dili kullanmaktaki yetersizlik düşünce yoksunluğuna mı sebep oluyor? Eğer bu sorulara aranacak cevaplar entelektüel bir tartışma zeminine çekilirse konu daha geniş olarak açıklanacaktır.
Bu yazıda bir dil felsefesi veya dil psikolojisi yapılmayacak. Ancak düşünmenin dile, dilin düşünmeye veya her ikisinin birbirine bağlı olduğu konusundaki görüşler dikkate alındığında düşünce eksikliği veya yokluğu hususunda bazı şeyler söylenebilecek. Bu söylenecek veya yazılacakların da bu doğrultuda temel dayanakları olacaktır.
Descartes’in “düşünüyorum o halde varım” sözü dikkate alındığında düşünmek aynı zamanda insanın var olduğunun bir göstergesi olarak da anlaşılır. Her bir insanın hayata, yaşadıkları ve gözlemlediklerine karşı, kendine özgü ama akla ve gerçeklere uygun anlayış geliştirmek için duyulan zihinsel bir alana/birikime ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç düşünceyle, düşündüklerini sözlü ve yazılı dil ile ifade etmekle karşılanır.
İnsanlar genelde günlük hayatını devam ettirecek ihtiyaçları karşılamak için düşünüyorlar. Birey düşüncelerini kendini geliştirmenin yanında topluma da faydalı olmak amacıyla zenginleştirme ihtiyacı hissetmiyorsa sadece “edilgin düşünce” ile tatmin olmakta, bunu kendine yeterli görmektedir. Oysa bu durum ne işaret etmeye çalıştığım “düşünce” ne de artı değer katan bir düşünce şeklidir. Hayatlarının bir kısmında veya tamamında edilgin düşünce anlayışını benimseyenler sürekli olarak düşünce yoksunluğu ve yokluğunu yaşarlar.
Özgürlüğü de baskıyı da en çok “etken düşünen”, yani araştıran, sorgulayan, nedenini, niçinini, sebebini öğrenmeye çalışmaktan bıkmayan insanlar hisseder. Bu hissedişle birlikte içinde yaşadığı topluma ve insanlığa karşı sorumluluk duygusu gelişmiş olanlardan etken düşünceler doğar. Hem edilgin düşünce içinde kalmanın hem de bazı insanların düşünceden kaçış sebeplerinin, diğer bir ifadeyle düşünce yoksunluğunun birisi de özgürlüğü hissedememek veya baskılardan kaçmak yatmaktadır.
Özellikle görünür ve dokunulur olduğu için ekonomideki iyi veya kötü gidiş haklı olarak hep öne çıkarılır. Zaten insanın ihtiyaçlar sıralamasında da fiziki ihtiyaçlar başlarda yer alır. Yani bu durumda pek yadırganacak bir şey yok. Lakin yakınmalara sebep olan düşünce fakirliği -okumuyoruz şikayetleri de da buna dahil- uzun yıllardır tekrarlanır olduğu halde bu eksikliğe pek dikkat çekilmemektedir. Ara sıra yanan sönen gece böcekleri gibi konu gündeme getirilse de kimsenin umurunda olduğu pek söylenemez. Açıkça söylenmese de “benim veya bizim yerimize başkaları düşünsün” aymazlığı bilinçaltına kapatılır. Bu durum biraz tembelliğin, biraz vurdumduymazlığın, biraz da sorumluluktan kaçmanın değişik yansımaları olarak açıklanabilir. Yahut “alışmışlığın kudurmuşluktan beter olduğu” bir tabloyu seyretmekten bıkılmadığı gibi bir durumu karşımıza çıkarır.
Bütün bilimler düşünceden, merak etme ve soru sormadan, yani felsefeden doğmuştur. Gerek sosyal bilimler gerekse fen bilimleri araştırma, kuram ve uygulamalarının temelinde “düşünce” neticesinde doğan fikirler yatar. “Fazla düşünme aklını oynatırsın” anlayışındaki toplumlar insanlığın gelişimine katkı sağlamak yerine insanlığın gerginliğine, çatışmasına ve gerilemesine sebep olurlar.
Oysa gerek insanın gerekse toplumun sorunlarının artmasına sebep olanların başında görünmediği halde, toplumun ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel alanlarına bulaştığı hissedilen düşünce yoksunluğu ve yokluğu yatmaktadır. Elbette sözlü veya yazılı olarak düşünceyi ifade edememek de bu yaraya tuz ekmektedir. “Öyle demedim, şöyle demek istedim, yanlış anlaşıldım” gibi sözler özellikle yetki, etki makamında olanların ağzından sıkça duyulmaktadır. Sanıyorum bu konuda yapılacak geniş alan araştırmalarıyla somut bilgilere ve bulgulara ulaşılacaktır. Gözlemlerimizden ve toplumsal hayat içerisindeki yaşadıklarımızdan çıkarım yapıldığında düşünce-fikir yoksunluğu ve yokluğunun sebepleri birkaç başlık altında toplanırsa bunlar kısaca şöyle sıralanabilir:
Düşünceyi besleyen bilgi, görgü, kültür, deneyim kısırlığı düşünce yokluğunun da sebeplerindendir. Yukarıda adı geçen Francine Prose’un “okuduğum kitap ne kadar iyiyse kendimi o kadar iyi hissederim” dediği gibi rast gele okumak yetmiyor, nitelikli kitaplar okumak gerekir. Aynı zamanda bilgi, görgü ve deneyimlerden hareketle karşılaştırma, analiz etme, özgün fikirlere geçememe de kişide düşünce yoksunluğunu oluşturur. Kalitesizliğin, niteliksizliğin ilgi gördüğü yerlerde de “düşünce” en son karşılanacak ihtiyaçlara doğru itilir. Buradan da eğitimde düşünme ve düşüncenin öğretilemediği gerçeği ortaya çıkar. Kabullenmek zor olsa da bu gerçek toplumsal açmazlardan biridir.
Hayatın gerçeklerinden, hayatta yaşanan olayların gerçek anlamını kavramaktan kaçmak ya da saptırmak. Her kaçışa bir bahane bulmak, uydurmak, yaratmak. Psikolojinin yaklaşımı ile söyleyecek olursak hayat boyu “savunma mekanizmalarına” sığınmak. Mesela açıkça görülen ve gözlenen somut -iyi ya da kötü- olayları olduğu gibi değil olmasını istediği gibi görmek, yorum ve açıklamalar getirmek, getirdiklerini de başkalarının kabul etmesi için dayatmanın çeşitli yollarına başvurmak.
Hayattan, yaşamaktan korkulduğu için bu korkuları beslemekten başka bir şey düşünememek… Düşünceden, hatta düşünenlerden kaçmak, görmezden gelmek olmazsa düşünenleri cezalandırmak, sürgün etmek veya ötekileştirmek. Düşünenlerin düşüncelerini anlamaya çalışmak yerine onları yok sayma, bunu başaramayınca da “öteki” ve “tehlikeli” olarak ilan ederek bastırmak. Böyle bir iklimde düşünürlerin yeni düşüncelerle ortaya çıkması, farklı ve zengin düşüncelerin hayat bulması elbette pek mümkün olmayacaktır.
Bilimsel ve kültürel bakımdan geri kalmış birey ve toplumlar düşünce ve düşünceden doğan fikirlerin teknolojiye ve insanlığın içinde yaşadığı hayatına ve geleceğine katkı sağlayabileceğine akıl erdirememektedir. Düşünce yoksunluğu “hemen”, “en kısa zamanda” anlayışını dayattığından sorunlara getirilecek kalıcı çözümleri beklememektedirler. Örneğin düşüncenin, fikrin görünürde para etmediği kanısını taşıyanlar kendisinin bir kamyon üründen elde ettiğini teknolojinin ürünü olan küçücük bir çip üreterek kat kat para, zaman ve güç kazanabileceğini düşünmeyenlerdir/akıl erdiremeyenlerdir.
Sorumsuzluğu hayatın gerçeği kabul etmek. Bunun için de bencilce rahat bırakılma isteği, toplumsal umursamazlık ve yönetenlerin sorumluluğunu yerine getirmediğini gözlemlemesi yüzünden vb. hayatın kendisinden kaçmaktan dolayı düşünceye ihtiyaç duymamak ve yokluğunu hissetmemek. Konfeksiyon fikirler, formüle edilmiş, her zaman kullanacağı düşünceleri benimsemenin daha kolay olduğunu kabul edenlerde de düşünce yoksunluğu yaşanır. Öyle ki bu gibi insanlar hayatlarının diğer alanlarında olduğu gibi fikirde de edilgenliği yaşama amaçları olarak kabul ederler. Yani sadece söylenenlere, sadece yakın çevresinin anlattıklarına, sadece soruşturmadığı haberlere inanırlar. Araştırma, akıl yürütme yani etken olma gibi bilgi edinme yollarını seçmezler/seçemezler.
Düşünce yoksunluğu ya da yokluğu ardından bir sorunu daha sürüklüyor. Düşünenlere, düşünce üretenlere karşı tavırlar hiç de olumlu yönde gelişmiyor. Düşünmeden ve düşünceden kaçanlar ya DÜŞÜNENLERDEN de kaçıyor ya da düşünenlere iyi gözle bakmıyor. “Yolunu sapıtmış, aklını oynatmış” gibi sıfatlar bunlara yakıştırılmakla kalmıyor, bazen yöneticiler de düşünürlere karşı olan tavırların içinde yer alıyor. Hatta tarihin bazı dönemlerinde görüldüğü gibi en ağır cezalar düşünürlere kesiliyor. Bu uygulamaların cezasını ne yazık ki sadece düşünür veya düşünürün cezalandırdığı ülke çekmiyor bütün insanlık bu durumdan payını alıyor. Gelişmeler, keşifler, bilimsel atılımlar ya yerinde sayıyor ya da insanlığın düşünür kuraklığına mahkûm edildiği yıllar, asırlar başlıyor.
Düşünürlerin ve düşüncenin en fazla cezaya çarptırılanları “eleştirel düşünmeyi” kendilerine ilke olarak benimsemiş olanlar arasından çıkıyor. Çünkü eleştirel düşünce de şimdiye kadar kabul edilmiş düşüncelerin zayıflıkları, hatta yanlışlıkları ortaya konuyor, kafalardaki sırça saraylar yıkılıyor. Dolayısıyla eleştirel düşünceyi hemen kabullenmek mümkün olmadığı gibi karşılığında cevap bulunamayınca da çare saldırıya geçmede görülüyor. Böyle bir davranışın gerisinde aynı zamanda dil ile ifade etme yetersizliği vardır.
edebiyathaber.net (6 Mart 2023)