Kendimizi konumlandırdığımız zamana dönmeliyiz yüzümüzü. Yeni zamanın ruhu bizden bunu istiyor. Ütopyalar ötede kaldı. Şimdiyi kurarken, yaşarken geleceği düşlemek yerine, bugünkü geçmişin izlerini ortadan kaldırıp yaşanan zamanı nasıl köklendirebileceğimizi öğrenmeliyiz. İğretilik, bırakmışlık bizi kökleştiriyor.
Yaşanan sarsıntının açtığı yıkıntı bunu beceremediğimizin örneğidir.
Svetlana Boym’un “nasıl yeniden başlamalı” sorusunu sevmişimdir.
Her başlangıçta karşıma çıkandır da bu. Elbette ki sonrasında hayal etmeye başlıyorsunuz.
Şimdi, Aralık 1974‘ten beri yaşadığım İstanbul’u bırakıp giderken; kendine yeni bir yaşama alanı seçerken bunun özgürleştirici yanını düşlemeye başladım bile. Hatta ötesine geçip oradaki yaşama rotamda yer alacakları bundan sonraki yaşam seyrimin manifestosuna kaydettim bile. Kaçırdıklarımızı göz ardı ettiklerimiz, unuttuklarımız, ıskaladıklarımız…Bir bir gelip o yeni yaşama patikamda karşımıza çıkıyorlardı.
Bu yeni yaşama yolum/ yurdum, yeni yaratma sürecimi de belirleyecekti.
Nicedir heybemdekileri boşaltmaya başlamıştım bile…
Azdaki çokluğu sorgularken, toprağa ve bir bahçeye kavuşma arzum kendi rotasını çizmişti bile… Bu bir kaçış/sığınış değil, tam tersi kendini bulma/kendi olma yolculuğunun varılabilecek yeriydi.
Kent boğuntusu, yapaylığı, görünen o yağma hali sizi her şeye yabancılaştırıyordu. Kendinizi iyi hissettirebileceğiniz her şey bir bir elinizden alınıyordu. Sokaklar, semtler ya yıkılıyor ya da başkalaştırılıyordu. Kent bir rant alanına dönmüştü. Açgözlülük, kuralsızlık, yağma günbegün çoğalıyordu.
İnsan, sesinin yalnızlığını seçmelidir diyordum. Yıkıntılar arasında yaşamak yerine, bana çocukluğumdan beri özgürlük ve aidiyet duygusunu vere bir bahçede ve dağı seyrine alan bir evde yaşamayı seçiyordum.
Bu, benim için, yeni bir deneyim alanı olsa da yol arkadaşımla kurduğumuz birlikteliğin ortak yaratma/ yaşama yolculuğuydu da. İnsanın güveni, bağlılığı, dostluğun en vazgeçilmez iklimini yaratabiliyordu. Özgürleşme bir başına istenen bir şey değildir üstelik.
Bunun da bilincinde olarak yol almak, bize, zamanın ruhunu yaratmak düşünü de veriyordu. Şimdide yaşarken bundan kopmak mümkün değildi.
Bu, aslında, yaşarken hayatımızdaki tüm belirsizlikleri de ortadan kaldırıyordu.
Tüm bunların yol yordamı oluştururken, Boym’un şu düşünceleri karşılıyor beni:
“Sıradışı özgürlük deneyimlerini mümkün hale getirmek için ne kadar sıradan ortak alana ya da karşılıklı güvene ihtiyaç vardır?”(*)
Bir yerden bir yere gitmek…Kendi ülkende başka bir kıyıda yaşamak…Kısacası “yer değiştirmek”. Kendini “köksüzleştirmek” olmasa da: Bir sürükleniş duygusu da vermiyor bana. Bu daha çok yerleşik olma, bir yere bağlanma düşüncesinden kaynaklanan bir olgu.
Yaşadığınız metropol bir kentte bunu sağlamanız güçtür., bence çok da anlamlı değildir.
Yaşadığınız kentle mücadele etmek yerine (trafik, ses, çarpık yapılaşma, yağma, kuralsızlık, alansızlık vb.) katılımcı olmayı, koruyup geliştirmeyi verimliliği öne alma bilincini taşımayı istersiniz elbette.
Eğer yaşadığımız kent isteklerimize, arzularımıza bir biçimde karşılık vermiyorsa; orada yaşamanın pek bir anlamı yok.
Yaşadığınız kentin en temel belirleyicisi yerel siyaset yağma/ rant ekonomisinin güdümündeyse, yaşama, söz hakkından bahsedemeyiz.
Sizin nasıl bir kent istediğiniz, nasıl bir kentte yaşanılabilir tahayyülünüz onların çok da umurunda değildir.
Kenti bir rant/ yağma/savaş alanına dönüştürürseniz hem yaşama enerjisini yok eder hem de her türlü kötülüğe kapı aralarsınız. Onca yağmayla birlikte metropolleşen kentlerin suç oranına/ çeşitliliğine bakınca bunu daha iyi gözlersiniz.
Rant ekonomisine açık bir kent yoğunlaşmaya da çağrıdır. Bu, her anlamda öyledir… Kesilen kent ormanlarının yerine dikilen beton yığınları karşısında suspus kalan bir güruhla bir arada yaşamak, suç ortaklığı yapmak istemediğim için gidiyorum.
David Harvey; “Şehir hakkının giderek özel veya yarı-özel çıkar gruplarının eline tanık oluyoruz,” diyordu. (**)
Sokağınızın, yolunuzun, nefes aldığınız gökyüzünün rengini biçimini onlar belirlemeye başladığında; o kentte yaşama hakkınız yoktur artık.
Mahallelerin çözüldüğü, semtlerin boşaltıldığı, sokakların yok edildiği, çarşı-pazarın ortadan kaldırıp AVM’lere teslim edildiği bir kent ne kadar yaşanabilir sizce?
Yeni bir başlangıç için hiç de bu türden sorular sormanıza gerek yok. Yaşanan sarsıntının açtığı, getirdiği sonuçlara bakmanız yeterli.
İlk gençlik yıllarımın kenti İstanbul’u bırakıp gidiyorum. Denizini, martılarını, Süleymaniye’sini, Kapalıçarşı’sını, Ortaköy’ünü, Beşiktaş’ını, Emirgân’nını, Beyoğlu’sunu… bırakıp gidiyorum… Ömrümün elli yılına tanıklık etmiş ”Benim İstanbul Çağım” dediğim kentten kopuyorum…
Bu gidişi salt “doğaya dönüş” diye adlandıramıyorum. Michel Serres’in doğayla sözleşme düşüncesi bana daha uygun geliyor. Yani, “doğal bir ortak yaşam ve karşılıklılık sözleşmesine geçişi katmak…” İşte o “geçişgenlik“ halidir gidişin, ötede olmanın anlamını yaratan.
Serres’in, şu düşüncesini de aklımda tutarak yol alıyorum:
“Modernleşme artık bu tiksindirici kültürden yorulmaya başladı.” (***)
Bu uzaklaşma, gidiş bir “yöreselleşme”arayışı değil; tam tersi arınma ve kendini bulma yolculuğunun iklimini yaratabilme gidişidir.
Öylesine yağmalanan kentlerin yarattığı görünüm alarm çanlarını çaldırıyor. Yaşadığınız bir yeri kendinize düşman kılma çabası hep göz ardı ediliyor ne yazık ki…
Evet, bu gidiş/yol alış manifestoma, Michel Serres’in şu düşüncelerini de ekleyerek; kendi zamanımın ruhunu anlatan kitabımı yazmaya dönüyorum sevgili okurum:
“Şimdiye kadar dünyayı yönetme biçimimiz düşmanlıktan geçiyordu, aynı şekilde tarihin zamanının motoru da kavgalıydı. Ufukta topyekûn bir değişiklik var: bizim değişmemiz.”
Ve, bu, aynı zamanda bir fark etme/edilme yolculuğudur.
Boym‘un düşüncelerini de o manifestoma kaydederek yola düşüyorum:
“Sınırsızlığı düşlerken kendi tel örgülerimizin geçitlerimizin, korkularımızın ve korkuluklarımızın, sınır bölgelerimizin ve bazen ikili ajanların değil tokuş edildiği köprülerimizin farkına varırız.” (*)
(*) Svetlana Boym, Başka Bir Özgürlük; Çev: Cemal Yardımcı 2016, Metis Yay., 435 s.
(**) David Harvey, Asi Şehirler; Çev: Ayşe Deniz Temiz, 2015, Metis Yay. 233 s.
(***) Michel Serres, Doğayla Sözleşme; Çev.: Turhan Ilgaz, YKY., 143 s.
edebiyathaber.net (14 Mart 2023)