Sözün ardı/önü 6: Uyanış – sözde ve zamanda | Feridun Andaç

Mart 21, 2023

Sözün ardı/önü 6: Uyanış – sözde ve zamanda | Feridun Andaç

“En büyük mucize hâlâ hayatta oluşumuz; bu soğuk uçurumda, yıldızlar ve ateşlerle dolu bu siyah ıssız çukurda yaşıyor oluşumuz.”(*)

Andrey Platonov

Uyanışın dili var orada…

Sessizlikteki ses kuş cıvıltılarını varlığını hissettiren…Öyle ki; sana dünyanın merkezi burasıymış hissini veren karşıdaki Akdağ bulutların arasından kendini gösteriyor; ardı ve önündeki bulut dalgası sabahın sisiyle renkten renge bürünüyor.

Umudu ve sevinci aşılayan bir anlatıcının sözlerindesin sabah beri…Bakışların güneşin uyandırdığı toprakta, ağaçlarda, çimenlerde… Her biri dalga dalga önünde. Bakışlarını yıkayan bu sabah görüntüsü uyanışın dilini anlatıyor sana.

Unutulmuşluk, kaybolan her şey, yitirilenlerin anlamı gelip buluyor seni bu bulut sabahında.

Veranda da gölgeler oluşmaya başladı bile…Çiko ile Maya’nın güneşe karşı oynaşmalarının seyrindesin.

Burada günün nasıl uzayabildiğini hissediyorsun. Yanıbaşındaki odun sobasının sıcaklığı sarmalıyor seni. Çay demliğinin fokurttuğu, buğusu gelen çayın kokusu sabahın bir başka çağrısı sana.

Evet, günün çağrısı böyle başlıyor burada. Adımını atınca ayağın toprağa, yeşile, sessizliğe kavuşuyor.

Dönüp iki yana bakıyorsun.

Gölgeli zamanla gölgesiz zamanın adeta kavuşmasındasın.

Sol yandaki  dereyatağının koygun mavisi alıyor gözlerini. Katırtırnağı, yabani turpotu, sütleğen, mimozalar, devedikenleri seçebildiklerin…Bahçenin berisinde adeta gelincik tarlası sere serpe…

Gözünü dağdan alamıyorsun. Adeta Akdağ yürüyor! Bulutlar taşıyor onu bir yandan öte yana… Güneşin parlattığı evlerin çatıları dağa yürüyor, dağ onlardan kaçıyor sanki!

Kendilerini dağa vermiş evler beliriyor, dağın böğrünü kendilerine yurt edinmiş bu derme çatma yapılar alıyor gözünü.

GÖĞÜ GÖRDÜM

“Soruyorum, eyleme maruz kalmak için mi, yoksa eylemde bulunmak için mi doğdun?”

Marcus Aurelius

Doğanın anlattığı da buydu işte. Geldin, gördün, hissettin…

Sabah ışıltısı ortalığa düşmeden yağmurun sesi almıştı vadiyi…Şimşek sesleri, göğün yarıldığı hissini veriyordu sana.  

Soğuk suda duş aldın. Kendini daha dirice hissediyorsun. Şimdi kardeşinin alevlendirdiği sobanın yanıbaşındasın. Yağmur dinmiş, ortalık dupduru, bulutlar Akdağ’ın Karlı enginine çökmüş…Vadinin yeşertisinde bakışların.

Yeşil…Canım yeşil, dedirtecek denli coşmuş, bin bir tonunu gözlüyorsun.  Ağaçların kimliğini ayıran da bu… Her bir yeşilin tonu doğayı bürümlemiş. Yan yana içi içe kendi olmak böyle bir şey… 

Güneş kendini göstermeye başladı. Işıltısı bulutların rengini değiştiriyor adım adım. Sonra yeşil vadi bin bir tona bürünüyor. Sarı tomurcukları uç vermiş yabani hardalları seçebiliyorsun. Kardeşin hardal otunun ne denli şifalı olduğunu anlatıyor. Isırgan ve turp otuyla karıştırıp fermente edince sulandırıp ağaçların, çiçeklerin köklerine verdiğini, ısırgan gübresiyle de aynı şeyi yaptığını söylüyor. 

Toprağa, ağaçlara, bitkilere bakma biçimini öğreniyorsun ondan. Doğanın dilini bilmekten anlamaktan söz ediyordu.

Orman yangını sonrası gördüklerinde, doğanın kendini nasıl yenildiğinin gözlemlerini şaşırarak dinliyorsun ondan. 

Bakışların vadide.

Çamlıkların üzerinde bulut huzmesi… Yangın dumanı gibi algılansa da değil; safi buğu hissi veriyor her dalga…  

Doğanın yıkanıp arınmasına tanık gözlerin bir arınma yoğunluğunda.

Taş, toprak, otlar, kurumuş ağaç dalları, ıslanmış odunlar, bahçenin çitleri, taş duvarlar… Gözüne ilişen her bir şey o arınmanın tanığı adeta.

Dün, yürüyüşünüze eşlik eden Çiko’nun şamatasına kulak verip zeytinliğin gölgesine varmıştınız. Bir kaplumbağa, hemen yanıbaşına sokulmuş yengeç… Adeta korumasına almıştı kıpırdayan yengeci o sert kabuklu canlı… Çiko, bir şeyler anlatıp duruyordu gene… İkisini birbirinden ayırmaya gönlü elvermiyor, seyri bırakıp Çiko’yu çekeleyip zeytinlikten çıkmıştınız.

Çiko, küçük kardeşi Maya‘dan ayrılmayı pek sevmese de, bu uzun yürüyüşünüzde size katılmıştı. Adeta dellenerek koşuyor, duruyor, su kanalına dalıp çıkıyor… Gösterisi hiç bitmiyordu. Onu tanıyınca, yeni evinize bir Çiko’nun neden gerekli olduğuna karar veriyor, onlarla neden barışık yaşaman gerektiğini anlıyorsun.

Mor benekli şahtere otunu keşfediyorsun. Sana leylakların tomurcuklanmış halini çağrıştırıyor. Yeşil dallarında filiz veren benekler…

Ne yana dönsen, burada doğanın yeni bir keşfine çıkabiliyorsun.

Yeni yollar, yeni sapaklar keşfediyorsun her adımda. Unutuyorsun artık kaybolma fikrini…Bağlantı yolları olmalı diye vadiye açılan ormanların, diyerek yürüyorsun.

Evet; yürümenin de keşfindesin burada. Bir şeyin daha iyi geldiğini anlıyorsun: Nefes alışın değişti. Ve gördüğün her şeyi çizme hevesine kapılıyorsun. 

Sobada yanan odunların küllerini merak ediyorsun. Kardeşin, onları, bahçenin bir köşesinde biriktirdiğini; sulandırıp potasyum haline getirerek ağaçların köklerine serptiğini anlatıyor.

Doğada her şeyin nasıl dönüştüğünü gözleyip öğrenmeye başlıyorsun.

Bir ses gibi çoğalmanın anlamına dönük bu yaşam yolculuğun.

Rüzgârsız bir gün. Her ne kadar yağmur geceye inse de, sabahın ilk ışıltısında dinmiş; her yeri yıkayarak çekip gitmişti. Şimdi size ışıltılı bir gün, yıkanmış bir vadi bırakmıştı. 

Sözün kurulan ve özlenen yeri burası…Bakışlarının uzandığı ufku tarıyorsun gözlerinle… Dağın engebeli görüntüsüne takılıyorsun, gözlerin renk alaşımıyla yıkanıyor adeta…Enginlerdeki kar beyazlığı, üzerlerine çöken bulutlara ev sahipliği yapıyor.  İrili ufaklı sivriltili tepeler, burçlanma halinin uzantısı oluşan dağ silsilesinin görüntüsünü bir ân değiştiriyor bakışında.

Vadiye inen yamaçlarda beliren duman bulutları oralardaki köy evlerinin varlığını gösteriyor…Bir mezrayı andırıyor o görüntü…Bayır aşağı sağa sola serpiştirilmiş evler…

Bahçeden çıkıp oralar doğru yürümek istiyorsun.

Dağ kucaklayıcı ve koruyucu…Gözlerini alamıyorsun o seyirden…Bir ânda beliren arı vızıltıları kuş seslerine karışıyor. Ama ayrımındasın artık her birinin. Doğanın uyanışı onların şenliği…Bahar uç vermiş buralarda. Karşındaki gelincik tarlası bunu anlatıyor sana. Sonra dünkü yürüyüşünüzde ilk leyleğin uçuşunu izlemiştiniz göğün maviliğinde…İkircikli olmaya gerek yoktu, kartal benzetmesi gülümsetmişti seni. Leyleklerin göç mevsimini iyi kötü bilirdin. Ve leyleği ilk havada görmek, göreni gezgin kılacak o yıl rivayeti de bildiğindi.

Bu yıl bahçede nadasa bırakılan toprağa dönüyorsun yüzünü… “Dinlenmeye bıraktık,” diyordu kardeşin. Doğanın ve toprağın dilini öğrenmeye vermişti kendini, kaç yıldır bir hayli de yol almıştı. Ev ve bahçe kurmak aşısını babanızdan almıştı o da. “Masal anası” halanız, onun becerilerinin de “ana”sıydı. Aile dediğiniz şeyi böyle duruş/durumlarda anlıyordun…Eylem içinde insan, bununla var olan yaşamın anlamı… Nasıl uzak durabilirsiniz ki böylesi yaşamalardan!

Şimdi, dönüyorsun Marcus Auelius’un düşüncelerine; kendine yol arkadaşı seçiyorsun onu, burada.

Dönüyorsun  bahçeye onun sözleriyle.

“Topraktan gelen 

  Döner toprağa, yetişenler ise 

  hemen döner göğe.” (**)

Rezeneyi sarı çiçeklerinden keşfediyorsun. Yabani havucun ilmik ilmik yaprakları turuncu, sipsivri kök-yemişini hatırlatıyor. İnsanın varoluşuna benzetiyorsun her birini. 

Yüzünü patikaya dönüp yürüyorsun ıssızlığın göğüne veriyorsun bakışlarını…

  (*) Andrey Platonov, Saklı İnsan; Çev.: Günay Çetao Kızılırmak, 2022, Metis Yay., 218 s.

(**) Marcus Aurelius, Kendime Düşünceler; Çev.: C. Cengiz çevik, 2023, Can Yay., 181 s.

edebiyathaber.net (21 Mart 2023)

Yorum yapın