Söyleşi: Yavuz Yavuzer
Günay Çetao Kızılırmak ile “Köstebek Yolları” (İletişim Yayınları) adlı öykü kitabını konuştuk.
Okur olmanın yarattığı bir konfor alanı var. Yazmak, ilk andan itibaren belli başlı sorumlulukları olan bir eylem. Konfor alanından çıkıp sorumluluk almaya iten, size ilk adımı attıran faktör ne oldu?
Aslında okurluk da şayet hakkını veriyorsanız çok konforlu bir iş değildir. Bunu kendimden değil, tanıdığım çok iyi okurlardan biliyorum. Bana yazı yazdıransa bir tür içsel patlama oldu. Hep bir şeyler yazardım ama bu defa belirli bir şey yazmak istedim, hatta o dönem benim için hayat memat meselesi oldu bu. Beni teşvik eden birkaç dostum oldu. Bu da çok önemliydi çünkü kendime güvenmem imkânsız gibiydi onlar olmasa.
Özellikle ilk kitabı yayımlama süreci biraz yorucu ya da heves kıran bir süreç olabiliyor. Siz bu süreci nasıl geçirdiniz, neler deneyimlediniz?
İletişim Yayınları dosyamı yolladığım ikinci yayıneviydi ve beni çevirmen olarak tanıyorlardı. Şanslıydım evet. İnatçı biri de sayılmam, çok sürünecek olsam belki vazgeçerdim de.
Öykülere ve kitaba isim bulmak da çok hassas ve kritik bir aşama. Kendinizi isim bulma konusunda nasıl buluyorsunuz? Köstebek Yolları nasıl doğdu?
İsim bulma konusunda çok kötüyüm. Köstebek yolları imgesi Ülkü Tamer’in bir şiirinden gelmişti bana. Öyküler dosyalaştıkça köstebek imgesinin bana uygun olduğunu hissettim. Kendimi de biraz köstebeğe benzettim sanırım. Yazdıklarımı okuyan biri de bunu önermişti öncesinde – “kitap olacaksa Köstebek Yolları koysana adını” diye. Editörüm de güzel buldu bu adı. Öylece karar kıldık.
Editörünüzün yönlendirmeleri neler oldu? Bu yönlendirmeler sizi nasıl şekillendirdi?
Editöre gelene kadar başını şişirdiğim başka insanlar da oldu. Genellikle “anlaşılmıyor” deniyordu. Oralara çalışıyordum. Editöre ulaştığımda o da birkaç yeri biraz açmayı önerdi. Açmaya çalıştım.
Kitap için ne tür dönüşler aldınız? Siz, özeleştiri yapacak olsanız, “kitapta şu daha iyi olabilirdi” diyebileceğiniz neler var?
Kitapla ilgili iyi yazılar yazıldı. İçimi rahatlattı bu – yazanlara sonsuzca minnettarım. Okurlardan da bana ulaşıp beğenisini iletenler oldu. Çok mutlu oldum. Dosyayı, dediğim gibi, elimde çok tutmuştum ortaya çıkarmadan önce. Üzerinde elimin teri vardı. O süreçte, yazdıklarımı çok beğenmeyi beklemenin ölmeyi beklemeye eş olduğunu anlamıştım. Bir gün “Tamam, mükemmel değil, ama bitti,” diyebildim huysuz bir ihtiyar edasıyla. Bu yüzden de içimde bir ukde kalmadı. Sadece “çok mu duygusal şeyler yazdık?” diye endişelendim hep ama bununla da barıştım. Duyguya karşı panzehirler üretmeye çalışarak da ilerlemiştim yazarken bilinçli bilinçsiz. Bunun kısmen de olsa işe yaradığını umut ettim.
Kitapta; Uzak, Munise ve Doktor ve Ben adlı öyküleriniz benim adıma çok beğendiğim öyküler. Üç öykü arasından Munise’yi birçok defa okudum. Karakterleri inşa ederken nasıl bir yöntemle çalışıyorsunuz?
Munise gerçek bir hikâyeden doğdu. Sosyal medyada okuduğum bir insan hikâyesinden yola çıktım. Yazdıkça Munise de hikâyesi de çok değişti çünkü başta bir tür cansız kukla olan karakter hareketleniyor ve başına buyruk birine dönüşüyor. Doktor ve Ben’deki erkek ve kadın da gerçek hayattan geldiler ama pek fikrimi sormadan müphem bir kurgunun içine yerleştiler. Uzak ve diğer öykülerin karakterleri ise duygulardan doğdular. Onları gerçek insanlara benzetmek için belirli bir yöntem izledim dersem yalan olur. Öyle insanlar olmayı hayal ettim sadece. Aslında bir şeye karar verip de yazmadım da yapboz parçacıklarını bir araya getirir gibi, keşfederek ilerledim.
Rusçadan birçok şiir, öykü ve roman çevirdiniz. Çevirilerini yaptığınız yazar da metinlerle aranıza nasıl mesafe koyuyorsunuz? Böyle bir mesafeye ihtiyaç var mıdır? Kendi öykülerinizi ya da metinlerinizi yazarken, “etkilenme” endişesi yaşıyor musunuz? Çevirisini yaptığınız yazardan etkilenmek, endişelenmeyi gerektiren bir durum mudur?
Okuduklarınızdan da etkilenirsiniz. Etkiden hiç korkmam diyemem ama en çok korktuğum şey de değil. Bunu da bir oyun gibi görmeli. O aralar kimleri okursanız veya çevirirseniz onlar metinlerinize öyle ya da böyle giriyor. Hoş bir şey bu. Hayattan aldıklarınız da öyle. O ara ne yaşandıysa siniyor metne. Edebi metinlerden etkilenmenin yazanı bir zenginliğe çıkardığını zannediyorum. Aynı şekilde şarkılardan ve filmlerden de toplarız balımızı.
Kendinizi yaratıcılık, konu belirleme, anlatım biçimi anlamında nasıl besliyorsunuz?
Kurmacada çok yeniyim aslında. El yordamıyla çıkardım ilk dosyayı. “Şu konuları yazayım” demedim ama herkes gibi bana en yakın konuları seçmiş olmalıyım. Öncesinde şiir yazmayı denediğim için şiir yazar gibi başladım. Bu sonra işimi zorlaştırdı çünkü öykü yazmayı bilmiyordum ve elime erken doğmuş çocuklar gibiydi yazdıklarım. Çok yavaş ve uzun zamanda yazdım aslında. Dolayısıyla anlatım da o zaman içinde gördüklerim, düşündüklerim, okuduklarımla şekillendi. Bozup bozup yeniden yaptım.
Birçok edebi tür birbirinden besleniyor. Romanların, öykülerin giriş sayfalarında şair ya da şiirlerden alıntılarla ya da tam tersi örneklerle karşılaşıyoruz. Siz de Uzak adlı öykünüzde Lale Müldür’den ve Kırmızı Balık’ta Turgut Uyar’dan dizelerle başlıyorsunuz. Diğer türler, sizi ne şekilde besliyor? Öyküde size cazip gelen şeyler neler oldu?
Şiiri seviyorum ama aslında az okuyorum artık. Hep “daha çok okuyayım, yazdıklarıma derinlik katılır” diyor ama yine de şiire dönmekte zorlanıyorum. Şiirin açıklamayışına, anlamı muhatabına ulaştırmak için takla atmayışına, ter dökmeyişine, bütün teri kendisi için döküşüne hem hayranım hem biraz bozuluyorum. Ben öyle yazamadım diye belki. Belki yapımdan ötürü, belki çevirmenlikten bilmiyorum, bende anlatma, açıklama, uzunca söyleme ihtiyacı varmış. Varmış diyorum çünkü bilmiyordum yazana kadar. Düzyazıda bana cazip gelen işte bu. Hiç de emin olmadığım şeyleri uzun uzun, kendi kendime ve benden önce tartışanlarla tartışmak iyi geliyor.
Yazı masasının başına geçmek önemli bir mesele. Nasıl başlıyor sizin süreciniz?
Yazı masam yok aslında. Hiçbir programım da yok. Ne zaman fırsat ve istek ikilisini denk getirebilirsem yazıyorum. Fırsat uzun süre gelmezse istek de nazlanmaya ve saklanmaya başlıyor. Bir uzlaşı sağlamakta zorlanıyorum. İlk dosyamda daha yoğun bir isteğim ve birikmiş malzemem vardı. Şimdi daha güç bir durumdayım. Hep çırpınmayı bırakıp kitap okumaya gidiyor aklım ve gönlüm.
Yaratıcı yazarlık atölyelerini, öykü ya da roman yazmaya gönüllü, hevesli kişiler adına nasıl değerlendiriyorsunuz?
Olumlu değerlendiriyorum galiba. Öğrenmek iyidir. İnsanlarla konuşarak, dertleşerek öğrenmek güzeldir. İnsanların kitap etrafında, edebiyat etrafında bir araya gelmeleri hep içimi ısıtan bir şey oldu. Öte yandan, atölyelerden aynı tür işler çıktığıyla ilgili bir eleştiri var, atölye öykücülüğü deniyor. Böyle bir tehlike olabilir sahiden. En derin duygularla ve yapayalnız kalarak yazmayı unutmamalı tekniğe çalışırken.
Yazma anlamında tıkandığınız durumlarda ya da dönemlerde o çıkmazdan nasıl kurtuluyorsunuz?
Yazma üzerine yazılmış yazıları okumak bana çok iyi geliyor. Her yazanın tıkanma anları ve hatta yılları yaşadığını duymak, herkesin zaman zaman kendisini sersemin teki gibi hissettiğini bilmek iyi geliyor. En son Murathan Mungan’ın bir derlemesini, Yazıhane’yi okumuştum mesela. Rehabilite olmak gibi bunları okumak. Dediğim gibi çırpınmamak, sakin kalmak, ne olursa olsun sakinliği tekrar ve tekrar ele geçirmek gerek. Belki yürüyerek. Yürümek iyi bir sakinleştirici. Telaş zaten neden? “Ya iyi bir şey yazabileceksem ve yazmıyorsam?” telaşı yaşıyor edebiyatçı kişi. Bu telaş iki nedenden ötürü gereksiz: birincisi, muhtemelen çok matah bir şey yazmayacaksın, ikincisi: iyi bir şey öyle telaşlı zamanlarda yazılmaz. Vazgeçtikçe yazılır sanki. Umarım yani. Tabii kalemden tamamen kopmamak şartıyla.
Başucu kitaplarınız, tekrar tekrar okuduğunuz yazar ve/veya kitaplar neler?
Aslında yok. Çünkü çeviri yaptığım yıllarda çok az okuyabildim. Şimdi de baş ucumda bir kitap yığını var. Tam olarak bir açın aniden önünde beliren ziyafet sofrasına “ondan da yiyeyim, bundan da yiyeyim” diye saldırması misali bir sürü kitaba saldırıyorum. Sonra sakin olmaya çalışıyor ve yavaşlıyorum. Diyeceğim hep yeni bir şeyler okuyorum ama hızlı okumayı da sevmiyorum. Çoğu şeyi ikinci okumada anlıyorum açıkçası. Şu sıra Kayıp Zamanın İzinde’nin içinde kayıbım, ölene kadar sadece onu okuyabilirim çünkü galiba Proust öyle yapmamızı istemiş.
edebiyathaber.net (4 Nisan 2023)