“Dünyayı göremez oldum artık neredeyse. Başka ateşlerden ayırdedilemez oluyor.”
Flaubert, Ermiş Antonius ve Şeytan
Ayırdına varmaya çalışmıştın bunun bir rüya olduğunun. Gene de yaşanmışçasına anlatmış, şunu eklemiştin: Rüyalara inanın, ama anlatana inanmayın!
Öyleydi rüya zamanın senin… “Öteki hayat” deyip durman da bundandı. Yorgun argın uyandığın sabahlarını hafifleten sözleri kâğıda döktüğünde, artık senden geçen tüm imgeler gerçeklik taşıyordu belleğinde. Yaşanmışlardansa, hiç bilinmedik labirentlerde gezinmen senden bir çağrı bekliyordu sanki! Dönüp Freud’a, Jung’a uzanman bir çare değil, avuntuydu belki de! Bunun sırrına ermenin de bir anlamı yoktu. “Rüya hikâyesi” denilenin belleğindeki izleri/yansılarını arayışa kendini vermen çıkmaz bir sokaktı. Biliyordun bunu. Yorumlara gitmene de gerek yoktu. Çocukken inandığın yorumların ötesindesin artık. O gezintilerin rengi soluğu gelip kaleminin ucunda seni yakalıyordu.
O gün de öyleydi. Uyandığın sabah ormanın sessizliğindeki kuş seslerinin çağrısıydı seni karşılayan. İçinden çıkıp geldiğin rüyalarının gerçekliğine seni inandıran bir yerdeydin…
İmgeler dünyasında gezinip durmuştun. Avunç içindeydin.
Bu yer, bu zamanını dili başkalığı anlatıyordu sana. Öyle ki; Kendini kuş seslerine verdiğinde, bunun bölenin yalnızca arı vızıltıları olması ve ötedeki dereden gelen suyun akış sesinin bunlara karışması sabahın musikisiydi sana.
Güneştesin.
Günün ilk ışıkları Doğu‘dan ilerliyor adım adım…Bilcümle canlı uyanmış doğada…
Aklında tuttuğun sözlerle ilerliyorsun gene de:
“Yeni çağımızın satiri ve pastoral çobanı, başlangıçsal olana ve doğal olana duyulan özlemin çocuklarıdır…”(*)
İşte tam oradasın, yeni bir başlangıçta ve pastoral bir yerde doğal olan her şeyle yol alıyorsun.
Önceki gün, Kafka’yı anlatırken onun incinmişliği, tedirginliğinden söz etmiştin. Derin bir yas içinde yaşadığını hissettiğinden, yaşadığı benlik sanrısı, ruhsal kanama onu hep birine/ bir yere sığınmaya itmiştir…Gittiği kadınlarda bulduğunu sandıkları onda derin bir hayal kırıklığı yarattığı gibi, babanın ezici otoritesi, yaşadığı iç çelişkileriyle karşılaştığı getto vari hayatın dayattıkları…Ve elbette kapitalizmin o hırçın sarsıntısı onun dünyasını altüst etmeye yetiyordu. Sıklıkla kendini taşıdığı sanatoryum da bir tür sağalma barınağıydı ona tıpkı yazı gibi.
“Yas kederin dilinde,” deyip yazdığında ise yitene ağıt vardı, evet!
Ama Kafka’nın ağıtı da buna benzer bir şeydi! Göstermeyip hissettirdiği dünyanın dilini bugün çözümlüyordunuz artık…
Başlangıçların hep iyicil geldiğini, dönüşün de bir başlangıç olabileceğini savlıyordun. O dönüşsüz bir yoldaydı gitmeyi seçerken, kendisine yeni bir başlangıç ararken. Sense; doğanın keşfinde, zaman ayarlarının dilinde yeni bir renge bürünüyordun burada.
Seni ötede ve burada tutan ne, ona bakıyorsun şimdi.
Geldiğin yerde, her gün, ama her sabah güneşin doğduğu yöne masanı yerleştirerek romanını peyderpey yazıyorsun. Zihnindeki ışıltı “Leandros’a Mektuplar”ı da yazdırıyor bir yandan… Orada özlem, burukluk, mitoloji, yurdunuzun tarihi var üstelik.
O sesler, o renkler, görüntüler hep yanıbaşında. Yazarken, adeta bir kozmograf gibisin. Sesi sesle tartıyorsun. Renkler kendilerini ele verdikçe, dönüştükleri ânın ışıltısını yayıyorlar her bir yana.
Ötedeki çınıltılar durduramıyor seni. Başka söz aradığın yok, doğanın taşıdıkları, esinlettikleriyle yol alıyorsun. Kaleminin ucu akışkan… Kağıda yansıyan gölgeyi ve sesi takip ediyorsun.
Avunçlu ândan söz etmiştin.
Kurmacanı yazarken döndüğün anlatıcının sesiyle birlikte imgelerinin sarmal biçimde anlatısını nasıl biçimlendirdiğini düşünüyorsun. Kitabını açıp ara ara bir metni okuyorsun… O da bir çöküşü, yozlaşmayı, çürümeyi, otorite denilen vandallığı anlatıyordu Başkan Babamızın Sonbaharı’nda. (**)
Çoğuldu sesi zaman zaman. Nefessiz bırakıyordu okurunu. Dönüp kendinize bakmanın yolculuğuna çıkarıyordu. Bir coğrafyanın, bir ulusun, bir yerin tarihine öylesine bir kayıt düşüyordu ki; sözünde başka bir söz aramanın da anlamı yoktu. Yazı kendisiydi o yerin; o yer de, anlatıcı da yazıydı aslında!
Tükenmişliğin bin bir rengi vardı orada. Yıkım ve cinnet vardı orada… Karanlık zamanlardan söz ediliyordu. Bir ülkenin yağmalanmasından… İnsanlığın nasıl yüzüstü bırakıldığından; acıdan, yastan, kederden…
Bakışlarını iyicil yöne çeviriyorsun gene de. Doğanın sakladığı ve gösterdiklerine…
***
Hafıza mekânlarına döndürüyordu seni W.G. Sebald…
Göçmenler’de karşına çıkardığı dünya, ailenin Çamlıhemşin’e uzanan bir kolunun öyküsünü çağrıştırıyordu. Sebald, yazarken öylesine bir dünyanın yolculuğuna çıkıyordu ki; orada dile gelen her bir “anı”laşan söz anlatıcının hafıza mekânlarına ve insan öykülerine dönük bakışını da anlatıyordu:
“Kendisine hep eski bir serayı hatırlattığını söylediği banyonun, şimdi de yeni bir güvercin yuvasını çağrıştırdığını söylemesi, sürdürdüğümüz yaşam tarzımızı acımasızca eleştiren bir yorum olarak bugüne kadar aklımdan çıkmadıysa da, yaşam tarzımızda en ufak bir değişiklik yaptığımızı söyleyemem. Fakat burada söz konusu olan tabii ki bu değildi. Bizim oturduğumuz daireye, ya bahçeyi banyonun koridoruyla birleştiren beyaz boyalı demirden bir merdivenle ulaşılıyordu. Ya da zemin katta bulunan, çift kanadı geriye doğru açılan bir kapıdan girilip hizmetçileri çağırmak için tavanın altındaki duvarda sesleri birbirinden farklı ve karmaşık zil sisteminin olduğu bir koridordan geçiliyordu…” (***)
Bir yerin belleğimizdeki izleri… Hatırlayan bilincin yolculuğu yitirileni getirip başka bir seste, renkte karşınıza çıkarıyordu. Ötede, yıllardır yazıladuran anlatın “Maşatlıkta Kuş Sesleri” de işte o arayışın yazıya yansıyan imgelerini içeriyordu.
O yerin izlerine düşmeyi düşlemiştin bir zamanlar…Kokusu, rengi, sesi, doğası, lezzeti nasıldı gidip görmek dokunmak istemiştin her birine.
Ailenin göçmenlik öyküsü oradan başlamasa da, onların doğduğun yere gelişi Çamlıhemşin’dendi. Oysa ötesini de merak ediyordun. Biliyordun göçle gelenin göçle gittiğini.
Kendi yasında kederin kapılarından geçiriyordun zaman zaman bakışlarını.
Kırsaldaki hayatları, tarımla, hayvancılıkla uğraşmaları; atlar, arılar, peynircilik… Daha birçok uğraşı edinmeleri…
Toprağa bağlı hayatın biçimlendirdiği üretim ve insan ilişkileri…
Kuşkusuz kabile hayatı değildi yaşanılan, gitmek için eyleşilen, kendilerine yurt kurma bilinci taşıyan bir mekândı… Bir yere tutunma ihtiyacı, kalarak kökleşme ve varolma yolculuğu… Gelip seni buruda buluşturan duyguydu işte karşına çıkan.
Ailenin gençleri büyüdükçe bir bir gidiyorlardı başka yerlere başka diyarlara.
Bildiğin kadarıyla bir ütopyaları, gelecek düşleri yoktu. Şimdiyi yaşamaktı düşleri.
Giden gençlerin gelecek düşlerini dinlemiş, hatta bunlara da yer yer tanık bile olmuştun..
Kendi öykünün ne başında, ne ortasında, ne de sonundasın. Yazı öyle bir şey ki; sürekli yeni başlangıçlar yarattığı gibi yeni keşiflere de yöneltiyor yazanı.
Kardeşin, o tür bir savruluşu ve tutunma arzusunu taşıyan birinin hikayesini anlatırken sana, “kabullenilmiş çaresizlik”ten söz etmişti. Sense, hem onun öyküsünü; hem de bir insanın yanıbaşındaki renksiz kokusuz yavan birinin didinip durmadaki savruluşunun öyküsünü düşünmüştün…
Karşında yeni bir zaman, yeni insan renkleri vardı. Rüyalarından sıyrılırken, yeni başlangıçların yeni sözlerin günışığıyla gelen sıcaklığındaydın bu sabah…
Açıp masandaki kitabını sonundan okumaya başlamıştın, yaşanacak sonları hatırlamak için:
“…ölünün çürümüş cüppesinden duyduğu korkuya sıkı sıkı tutunarak, ölüm haberini alıp sokaklara fırlaylan, neşeli türküler çığıran, kalabalıkların gürültülerine yabancı, kurtuluş ezgilerine, şenlik fişeklerine, zafer çanlarına yabancı, kutlu haber, bütün dünyaya bildiriliyordu; sonsuzun bitmeyen süresi dolmuştu artık.”
(*) Tragedyanın Doğuşu, Friederich Nietzche; Çev: Mustafa Tüzel, 2005, İthaki Yay. 193 s.
(**) Başkan Babamızın Sonbaharı, Gabriel García Márquez; Çev.: Tomris Uyar, 1982/2020, Can Yay., 255
(***) Göçmenler: Dört Uzun Öykü, W.G. Sebald, Çev.: Gülperi Sert; 2006, Can Yay., 224 s.
edebiyathaber.net (4 Nisan 2023)