I
29 Ağustos 1922 doğumlu ABD’li yazar ve akademisyen John Edward Williams, yaşarken değeri bilinmeyen ancak ölümünün ardından bir hayli zaman geçtikten sonra kitapları keşfedilen, birçok dile çevrilen yazarlardan.
John Williams, İkinci Dünya Savaşı devam ederken görevli olduğu Hava Kuvvetlerinde ilk romanı olan Yok Geceden Başkası’nın taslağını oluşturur.
Savaş dönüşünde romana son şeklini verir ve kitap küçük bir yayınevi tarafından 1948’de yayımlanır. Bu sırada Williams lisans ve yüksek lisansını tamamlar.
1954 yılında, emekli olana kadar ders vereceği Denver Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlar. Bu üniversitede ve misafir öğretim üyesi olarak davet edildiği başka okullarda yaratıcı yazarlık dersleri verir.
Öğretim üyeliği kariyeri devam ederken Williams, yazmaya devam eder. 1949 yılında bir şiir kitabı; 1960’da ikinci romanı Kasap Geçidi; 1963 yılında, yayıma hazırladığı bir Rönesans şiiri antolojisi; 1965’de ise ikinci şiir kitabıyla üçüncü romanı Stoner; 1972’de ise son romanı Augustus yayımlanır.
John Williams, Augustus ile 1973 yılı Ulusal Kitap Ödülünü John Barth ile paylaşsa da kurmaca eserler yazmayı bırakır ve ömrünün son yirmi iki senesinde yayımlanan başka bir kitabı daha olmaz.
II
John Williams’ın kanımca en zayıf kitabı olan Yok Geceden Başkası’nda Arthur Maxley’in bir gününü okuruz.
Maxley, yaşadığı travma nedeniyle içine kapanmış, babasının maddi desteği sayesinde pek bir şey yapmasına gerek kalmadan günlerini geçiren bir kahraman olarak karşımıza çıkar. İçine düştüğü boşluktan alkolle kurtulmaya çalışırken uzun zamandır haberleşmediği babasından bir mektup alır ve gün içinde babası ile buluşmak zorunda kalır. İstemeye istemeye gittiği buluşmada, korktuğu başına gelir ve travması tetiklenerek dengesiz davranışlar sergilemeye başlar. Yok Geceden Başkası’nı Arthur Maxley’in dengesiz hallerinin hangi noktaya ulaşacağını merak ederek okuruz.
Kitapta John Williams’ın sonraki romanlarında ulaşacağı potansiyelin nüvelerini görsek de kitabı, genel olarak, derinlemesine çalışılmamış bir yapıt olarak niteleyebiliriz.
Roman aslında oldukça iyi yazılmış bir rüya anlatımı ile başlar. İlerleyen sayfalarda tanışacağımız Arthur Maxley’e ait temel ipuçlarını barındıran bu bölüm okuru hızla romanın içine çekmeyi başarır ancak ilerleyen bölümlerde, ilk bölümde sergilenen hüner, yerini benzeri çokça yazılmış olan “kahramanın bir günü” anlatısına bırakır ve kitabın sonunda tansiyon bir hayli yükselse de bu kısa romanı bitirdiğimizde kendimizi, yazar keşke kitabın üstünde biraz daha çalışsaymış, demekten alıkoyamayız.
III
Yazarın ilerleyen yıllarda başyapıtı olarak anılacak kitabı Stoner 1965’de yayımlandığında neredeyse hiç satmaz. 1972’de ve 1998’de farklı yayınevleri tarafından yapılan baskıları da kitabın kaderini değiştirmez. Kitabın 2003 yılında yapılan baskısı sınırlı bir ilgiyle karşılanır. 2006’dan itibarense bu ilgi katlanmaya başlar. 2011’de Anna Gavalda’nın Fransızca tercümesi de Stoner’ın kaderini değiştiren adımlardan biri olur.
Nihayet 2013’e gelindiğinde Stoner adeta patlar. Bir anda çoksatar listelerine girer, yirmiden fazla dile çevrilir ve küresel çapta milyonlarca okura ulaşır.
Stoner 2013 yılında Koton Kitap etiketi ile Türkçede de yayımlanır ancak kitap tek baskıda kalır. 2020’ye geldiğimizdeyse Stoner, YKY etiketi ile okurlarla tekrar buluşur. Yayınevinin prestiji ve reklam gücü sayesinde nihayet hak ettiği ilgiye kavuşur.
Stoner’ın YKY etiketi ile yayımlandığında okurlarca benimsenmesi, yazarın diğer romanlarının da zaman kaybetmeksizin yayımlanmasının önünü açar. 2020 bitmeden Augustus, 2022’de Yok Geceden Başkası ve 2023’de Kasap Geçidi raflardaki yerlerini alır.
Otobiyografik özelliklerin son derece belirgin olduğu Stoner’da Missouri Üniversitesinde akademisyen olarak çalışan William Stoner’ın yaşam öyküsünü okuruz.
William Stoner, 1890 ile 1915 yılları arasında doğan insanlar için yapılan tanımlamayla “kayıp kuşak” mensubu, içine kapalı ve duyarlı bir insandır. Bir çiftçi ailesine mensup ve ailesi tarafından yaşamını onlar gibi çiftçi olarak geçirmesi beklenen Stoner, kendisini bekleyen kadere boyun eğmez ve yaşamının iplerini eline alarak akademisyen olmasını sağlayacak adımlar atmayı başarır.
Kendi küçük dünyasında gündelik meşgalelerle yaşamını sürdüren iddiasız ve alçakgönüllü bir karakter olan William Stoner, yaşamı boyunca, 1929 ekonomik buhranından Birinci ve İkinci Dünya Savaşına kadar çok önemli olaylara şahit olur. Tüm bu kargaşa devam ederken Stoner kendi dünyasının sınırlarından dışarı adımını atmaz ve bu gelişmeler romanın kahramanının yaşamı içinde sınırlı etkilere sahip olurlar.
Bu açıdan bakılınca John Williams’ın, Stoner ile epeyce insanı barındıran bir grubun (sonradan yapılan tanımlamayla “kayıp kuşak” mensubu insanların) portresini çıkardığını iddia edebiliriz. Stoner da sayısı milyonları bulan akranları gibi yaşar ve öldüğünde sınırlı bir çevredeki bilinirliği hızla unutulmaya başlanır.
Williams daha romanın ilk paragrafında okuru bu gerçekle baş başa bırakır:
“William Stoner, 1910 yılında on dokuz yaşındayken Missouri İniversitesi’ne girdi. Sekiz yıl sonra Birinci Dünya Savaşı’nın en hararetli zamanlarında doktorasını aldı ve 1956 yılında ölümüne kadar ders vereceği aynı üniversitede okutmanlık işini kabul etti. Doçentlikten ileriye gitmedi ve derslerine giren çok az öğrenci daha sonraları onu net olarak hatırladı…” (s.7)
IV
Yazarın 1960 tarihli romanı Butcher’s Crossing, 2015’de Koton Kitap etiketi ile ve Özlem Özarpacı’nın çevirisi ile (orijinal ismi değiştirilmeden) Türkçe olarak yayımlanır. Bu kitap da Stoner ile benzer bir kaderi paylaşır ve Koton Kitap etiketi ile yayımlanan Butcher’s Crossing, tek baskı ile yetinir. Kitap, Ocak 2023’de Aslı Konaç’ın çevirisiyle Kasap Geçidi adı ve YKY etiketi ile yeniden yayımlanır.
Kasap Geçidi’nde John Williams bizi 1870’lerin ABD’sine götürür. Western klişeleriyle başlayan romanda 23 yaşındaki Harvard öğrencisi Will Andrews’in vahşi batıyla tanışmasını okuruz.
Will Andrews Kansas’taki hayali Butcher’s Crossing kasabasına geldiğinde elinde, uzaktan tanıdıkları bir tüccara, babası tarafından yazılmış bir yardım mektubundan başka bir şey yoktur. Kasabada yeni bir başlangıç yapmayı istemektedir ama ne yapacağı konusundaki alternatifleri değerlendirmeden karar almak istememektedir.
Kısa süreli bir araştırmanın ardından büyük oynamaya ve kasabanın uyumsuz avcısı Miller ile iş yapmaya karar verir. Miller’ın yıllar önce, tesadüfen denk geldiği bakir bir bölgede gördüğü, sayısı milyonları bulan bufaloları avlamaya karar verirler. Bu amaçla parayı Will ayarlayacak Miller da ekibi kurup rehberlik edecektir. Will Andrews, her şeyini kaybedebileceği uyarılarına kulak asmaz ve tüm riski göze alarak ekibiyle beraber yola çıkar.
Takım, oldukça zorlu yolları aşarak Miller’ın yıllar önce gördüğü ve hayal meyal hatırladığı bölgeye varırlar ve roman bu noktadan sonra insanın doğayla; ortaklarıyla ve kendisiyle mücadelesi perspektifinde bir zemine oturur.
Doğayla mücadele, tecrübeli avcıların aldıkları doğru kararlar sayesinde başarıyla sürdürülür. Ortaklarla mücadele her ekip çalışmasında görülebilecek çatışmalarla zenginleşir ve ortak çıkarlar, grubu birlikte hareket etmeye zorunlu kılar.
Romanın asıl oluşturucu unsuru, insanın kendisiyle olan mücadelesindedir. Vahşi batıda hayatta kalmak başlı başına zorken kahramanların aldıkları yanlış kararlar, onların bedensel sınırlarını sonuna kadar zorlamalarına sebep olur. Bedensel zorluklarla baş etmek, ortak çalışma ile kısmen mümkün olurken insanın kendisiyle olan mücadelesi, zihinsel zeminde anlatılır.
Hiçbir kuralın ve yasal düzenlemenin olmadığı bir coğrafyada insanlar hedeflerini ve amaçlarını belirlerken onları ne durdurabilir? Kasap geçidi, bu sorunun cevabının arayışının da romanıdır.
Will Andrews, hiç bilmediği bir işe para kazanmak amacıyla girdiğinde, gençliğinin verdiği heyecanla ve tecrübesizlikle, aslında neyin içine dâhil olduğunu bilmemektedir. Uzun sürecek zorlu mücadele sayesinde kendi sınırlarını öğrenecek ve gerçek yetişkinliğe adım atacaktır.
Miller ise yıllar boyunca kurduğu hayali gerçekleştirmeye yaklaşmış olmanın verdiği coşkuyla bütün dizginlerinden kurtulur ve Amerikan rüyasının doymak bilmez açgözlülüğünün tipik bir temsilcisi haline gelir.
Derileri yüzmekle görevli, Fred Schneider, sağduyunun sesi olmaya çalışsa da Miller’ın iştahının ve hırsının karşısında geri adım atmak zorunda kalır.
Günlük işleri yürütmekten sorumlu Charley Hoge ise ava çıkmadan önce başlayan varoluş sancısını tüm yaşananlarla birlikte bir kat daha derine taşır ve içine düştüğü manevi uçurumdan çıkma mücadelesi verir.
Kasap Geçidi, adlarını andığım dört ana karakterin dışındaki çok sayıdaki yardımcı karakter ile de Amerikan yaşam anlayışının derinlikli bir portresini çıkarmayı başarır. Bu açıdan roman, ABD kültürünün ve yaşam felsefesinin başarılı bir anlatımı olarak nitelenebilir.
Yukarıda, romanın, bir western klişesiyle başladığını yazmıştım. Benzerini birçok filmde görebileceğimiz bu klişe gereğince kasabaya bir yabancı gelir ve kasabanın rutine binmiş olan durgun yaşamı hareketlenmeye başlar. Bu noktadan sonra temposu hiç düşmeyen bir romanla baş başa kalırız. Kasap Geçidi’nin üst katmanını oluşturan olaylar zinciri başarıyla anlatılmıştır. Dönemin koşulları, bufalo avcılığına dair detaylar, 19. Yüzyıl ABD’sindeki günlük yaşam, canlı ve tüm detaylarıyla okura sunulur. Bu durumu, John Williams’ın yazar olarak başarısının bir diğer göstergesi olarak kabul edebiliriz.
Tüm olan bitenlerden sonra John Williams, okuru yine rahat bırakmaz ve hazırladığı okkalı bir sürprizle, soluksuz devam eden olaylar zincirine son verir ve Amerikan kültürü çözümlemesine, kurmaya çalıştıkları kapitalizmin acımasız gerçekleri ekseninde derinlikli bir bakış daha getirir.
IV
Sonuç olarak, John Williams’ın okuduğum üç kitabından ikisini sahip oldukları incelikli işçilikleri ve oturtuldukları düşünsel zeminleri ile okunmaya değer yapıtlar olarak niteleyebilirim.
Bu noktada, yazarın yaşamına ve eserlerine dair düşünürken John Williams’ın bana Ahmet Hamdi Tanpınar’ı hatırlattığını söylemeden edemeyeceğim. Her ikisi de edebiyat alanında akademisyen olan bu iki ismin, yaşarlarken hak ettikleri ilgiyi görmemeleri bu düşüncemin temelini oluşturdu. Bunun yanında Tanpınar’ın başyapıtları olarak sayabileceğim Huzur, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Abdullah Efendi’nin Rüyaları ve On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ni zamanının ilerisinde; biçim ve içerik olarak birbirlerinden oldukça farklı noktalarda eserler olarak niteleyebilirsem John Williams’ın yapıtlarını da birbirlerinden oldukça farklı biçim ve içeriklerle kaleme alınmış öncü eserler olarak tanımlayabilirim. Her iki yazar da ait oldukları kültür üzerinde düşünmüş ve bu kültürel yapıyı çözümleyip anlatmaya çalıştıkları yapıtlar ortaya çıkarmışlardır.
Kaynaklar:
John Williams, Yok Geceden Başkası, Çeviren: Özde Çakmak, YKY, Roman, 95 s.
John Williams, Stoner, Çeviren: Özlem Güçlü, YKY, Roman, 227 s.
John Williams, Kasap Geçidi, Çeviren: Aslı Konaç, YKY, Roman, 247 s.
edebiyathaber.net (4 Nisan 2023)