Söyleşi: Ezgi Yıldız
Kaan Murat Yanık’ın “Sular Üstünde Gökler Altında” adlı son romanı Ketebe Yayınları tarafından basıldı. 15. yüzyılda, Amerika’nın keşfini anlatan bu romanla ilgili Yanık’la bir röportaj gerçekleştirdik.
Sular Üstünde Gökler Altında nasıl ortaya çıktı?
1492 yılında başlayan coğrafi keşifler, insanlık tarihi açısından en önemli olaylardan biri, şüphesiz. Rönesans hareketlerinin giderek olgunlaşması, Endülüs’ün düşüşü, matbaanın kurumsallaşması, Kilisenin sarsılması ve Osmanlı’nın gücünü pekiştirmesinin ardından Batı’nın kafası bir hayli karışmıştı. Önünde hem olumlu hem de olumsuz gelişmeler duruyordu. Fakat her halükârda iktisadi manada kendini dönüştürmesi gerektiğinin farkındaydı ve bunun da biricik yolu, doğunun zenginliklerine ulaşmak için alternatif hatlar aramaktan geçiyordu. Zira Hindistan ve Çin’e giden yollar Müslümanların elindeydi ve dahi artık Müslümanların bırakın Anadolu’yu yani Rum’u, Balkanlar’dan atılma ihtimali bile çok zorlaşmıştı. Bu sebeple başta Portekiz armadası olmak üzere Prens Gemici Henrique’nin önderliğinde bir dizi keşif hareketlerine başlandı. Afrika’nın doğu kıyıları zapt edilince bu durum Avrupa’daki diğer devletleri de eyleme geçmek için teşvik etti. Bu kısaca değindiğim mesele üzerine çok farklı okumalar yapmıştım. Üniversite yıllarımdan başlayarak belki de. Benim için bir denizcinin gözünü karartıp kimsenin gitmeye cesaret edemediği karanlık okyanusları aşma cesareti göstermesi ve işbu tehlikeli sefer esnasında onlarca badire atlatması her zaman çekici bir mevzuydu. Yıllar içinde bu konuyu kurgusal bir düzlemde işleme fikri, zihnimi tavaf edip durdu. Kolomb’un yanında karanlık sulara açılmak! Heyecan vericiydi. Bu bağlamda birtakım geziler yapmak suretiyle işe koyuldum. Bilhassa Kolomb’un izinde İtalya ve İspanya’da epey zaman geçirdim. Kolomb’a ve coğrafi keşiflere dair edindiğim her bilgi biraz daha pekleştirdi aklımdakileri. Sonuç olarak Kalender isimli kahramanımı oluşturup onu türlü yetilerle donattım ve onun vasıtasıyla Kolomb’un yanı başına Santa Maria’nın güvertesine kondum. Gerisi kendiliğinden aktı…
Araştırma süreci nasıl ilerledi, hangi kaynaklardan yararlandınız?
Zor bir süreçti. Her şeyden evvel bu konu hakkında Türkçe kaynak yok denecek kadar az. İspanyolca, İtalyanca ve Arapça kaynaklara yönelmem gerekti. Zor tabirini kullanmamım bir sebebi de coğrafi keşiflerle alakalı çok fazla spekülatif bilginin varlığı. Özellikle Müslümanların ve Vikinglerin Kolomb’dan evvel Amerika kıtasına gittiklerine dair mitleşmiş çok fazla kaynak mevcut. Ben tarihsel çerçeveyi oluşturmak adına elimden geldiği ölçüde objektif kaynaklara yöneldim. Çerçeve muhkemleşince onun içini doldurmak için efsaneleri ayıklama işini bir kenara bıraktım. Çünkü tarihçi değil, romancıyım. Bu manada Kuzey ve Güney Amerika ile alakalı efsanevi malumatların, hikâyelerin, destanların içinde epey debelendim. Kitabımı yazım süreci yaklaşık üç yıl sürdü. Bu süre zarfında başta Kristof Kolomb’un Seyir Defterleri ve Bartolome Las Casas’ın Historia de Las İndias’ı olmak üzere pek çok kaynağa baktım. Niccola de Conti başta olmak üzere onlarca seyyahın izlencelerini karıştırdım. Bir o kadar da harita inceledim.
Kalender, aşk derdiyle ve babasının hayallerini gerçekleştirmek isteğiyle uzun bir yola çıkar. Büyük bir kâşif olmak ister. Peki bu yolda asıl keşfettiği şey kendisidir diyebilir miyiz?
Kalender, tuhaf bir karakter. Bir yönüyle bilge diğer yandan muvazenesiz. Bilgeliğe özgü o sakinlikten onda eser yok. Günümüz terminolojisi için psikosomatik bir vaka aslında. Gelgitleri hiç bitmiyor. Çelişkiler yumağı… Onu dizginlemekte zorlandığımı söyleyebilirim. Zira romanda nasıl ki babası İsa Kaptan ona söz geçiremiyorsa ben de bu durumdan nasibi aldım. Fakat meçhul diyarlar, orada cereyan eden dehşetengiz hadiselerin zaman içinde onu dönüştürdüğünü söyleyebilirim. Kendini ne kadar keşfettiğini bilmiyorum ama babasının hayallerini hakikate erdirmek ve aşkı uğruna kendinden birkaç tane daha doğurduğunu söyleyebilirim.
Kalender, Kristof Kolomb ile birlikte Amerika’yı keşfeder. Oradaki yerlilere, Hristiyan misyonerlerce uygulanan baskı ve zulüm insanı çileden çıkarırken, dine bulanıp yalancı bir kutsiyet de kazanır. Dünden bugüne dinin toplumsal bir baskı aracı olarak kullanılması hakkında neler söylemek istersiniz?
İnsanlık tarihi kadar eski bir mevzu. Semavi dinlerden evvel de, bir baskı aracı olarak kullanıldığı zamanlar olmuş dinin. Genellikle bu baskı meselesi birkaç coğrafyaya indirgeniyor. Tüm olaylar, Ortaçağ Avrupası ve Ortadoğu’da olup bitmiş gibi. Ama doğrusu, dünyanın her karışında din, dönem dönem bir nizam sopasına dönüşmüş. Mesela Hinduizm’in hâkim olduğu coğrafyalarda Budizm’in peyda olması, bu tazyiklerin bir sonucu. Ya da İsa’nın ilk takipçileri ve sonrasındakilerin paganların gazabına uğraması… Eski Amerika’da, Aztekler’in benimsediği dini ilkelere uymayanların şiddetle cezalandırılması gibi örnekleri çoğaltabiliriz. Günümüz için de durum pek farklı değil. Üstelik gözler ilk olarak Afganistan gibi yerlere çevrilse de işbu basınç karakter değiştirmek suretiyle birçok yerde var. Sözgelimi bazı Güney Amerika ülkelerinde de durum başka değil. Son yıllarda güçlenen Evanjelizm hareketi mesela. Dünya kamuoyunun gündemini pek işgal etmese de o coğrafyadaki bazı yerler için ciddi bir soruna dönüşmüş, oralarda yaşayan Katolik insanlar için bir baskı aracına evrilmiş durumda. Pakistan’da, Ortadoğu’da olup bitenleri saymıyorum bile. He bir de adı din olmayan ve fakat dinler kadar güçlü olan akımlar var o da ayrı bir mevzu. Pandemi ve Rusya-Ukrayna Savaşı’nın ardından bu akımların nasıl güçlü olduklarını bir kez daha anladık.
Aynı dönemde ve aynı denizlerde Müslüman denizcilerin varlığı da söz konusudur. Peki Avrupalıların giriştikleri bu yoğun keşif sürecinde Müslüman denizcilerin durumu nedir?
Müslüman denizcilerin Kolomb’dan evvel Amerika kıtasına gittiklerine dair elimizde somut bir belge yok. Fakat Kolomb’dan evvel mesela Mesudî ismindeki Arap tarihçi, Murûc ez-Zeheb ismindeki eserinde okyanusların ötesine geçen Müslüman denizcilerden söz ediyor. Bunun gibi başka kitaplar da var. Üstelik o dönemki isimleriyle Gırnata, İşbiliye, Tuleytula gibi İslam şehirlerinde okyanusları aşıp oradaki yerlilerle tanıştığını ve o yerlilerden deve yüküyle altın devşirdiğini söyleyen hikâyeciler olmuş. Onların hikâyeleri Endülüs saraylarında anlatılmış. Buradaki mesele şu; bu hikâyeleri anlatanlar tam olarak kimlerdi? Okyanusun ardı dedikleri yerler Küba, Dominik, Haiti veya Venezuela kıyıları mıydı? Yoksa başka yerler mi? Tabii bilhassa Prof. Dr. Fuat Sezgin Hoca’nın bu konuda birtakım tezleri var. Başka kıymetli isimler var. Kimi Arap, Fars, Berberi tarihçilerin görüşleri de cabası. Ancak batı akademileri, bu görüşlere mesafeli. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, buraya Müslüman denizcilerin Kolomb’dan evvel gitmiş olmaları büyük ihtimal. Fakat bu sefer ya da seferler, belli bir kurum tarafından düzenlenmiş, finanse edilmiş elle tutulur şeyler olmadığı ve sonuç olarak oradaki dünyanın bilgisi, tumturaklı belgelere dönüştürülemediği için resmi bir keşiften söz edemiyoruz. En azından şimdilik.
“Amerika’nın keşfi” lafı da tuhaf değil midir? Zira orada yaşayan bir halk, süregiden bir kültür mevcuttur. Yani orası zaten “keşfedilmiştir”. Coğrafi Keşifler ve sömürü ilişkisi gibi, burada da “keşif”, “işgal”in yumuşatılmış hali midir?
Kesinlikle öyle. Şöyle düşünün ki, kuzeyden güneye yani ta Alaska’dan başlayıp Şili’nin Güney Kutbu’na yakın yerlerine kadar uzanan devasa bir kıtada irili, ufaklı yüzlerce halk yaşamış tarihte. Bunların inandığı onlarca farklı din, konuştukları yüzlerce ayrı lisan varmış. Biz en çok Aztek, Maya ve İnkaları biliyoruz. Fakat o kadar fazla unsur var ki… Ve tüm bu insanların yüzde doksanının öyle ya da böyle İspanyolların “keşfinden” sonra öldüğünü biliyoruz. Çoğu katledildi. Bir kısmı Avrupalıların getirdikleri hastalıklar neticesinde öldü. Geri kalanlar da Batılı efendilerine köle oldular. Bununla da kalınmadı. Sömürülen Afrika’dan getirilenler de Amerika yerlileriyle aynı kaderi paylaştılar. Son tahlilde müthiş bir mezalim… Güney Amerika’dan Marquez, Rulfo, Maria Vargas Llosa, Eduardo Galeano gibi isimlerin çıkması şaşılacak şey değil. Birçok eserde Afrika’dan gelen göçmen köleler ile Amerika yerlilerinin ortak acılarını büyülü bir ağıta dönüştürerek anlattılar.
Yazar olmak isteyen gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?
Burada çok klişe şeyler söylenir genellikle. Ama ben kestirmeden giderek kendi deneyimimden bahsedeyim kısaca. Bir gün tüm dünyayı keşfetmeye karar verdim, o yaştaki hevesle. Sanırım yirmi yaşının başındaydım. Dünya haritasını önüme koydum ve “Güneş, doğudan yükselir.” diyerek Japonya’dan başlayarak okumalar yapmaya koyuldum. Sonra Çin, ardından Vietnam, Hindistan, diye diye en batıya kadar ilerledim. Mesela Japonya’yı; tarihini, kültürünü, sosyolojik yapısını vb. hakkıyla tanımaya çalıştım. Ama ilk etapta yalnızca romanlar ya da geniş tanımıyla kurmaca eserler yardımıyla…. Japon klasiklerine daldım. Yastıkname’yi böyle keşfettim. Murasaki Shikibu’yu bu sergüzeşte tanıdım. Samuray metinlerini bu sayede okudum. Ozaki Kôyô’yla, Natsume Soseki’yle, Yukio Mişima’yla, Kavabata’yla, Dazai’yle, böyle arkadaş oldum. Her ülkeden en az bir roman okuyarak batıya doğru ilerledim. Mesela Filipinler edebiyatı, Mikrozeyna metinleri, Kamboçya romanları… Benim yegâne tavsiyem budur. Dünya edebiyatını ülke ayrımı gözetmeksizin okumak ve o ülkeleri romanlar aracılığıyla tanımak ve dahi üstüne düşünmek. Sonraki aşamada halkayı genişletmek ve daha ileri okumalara geçmek. Bu harekatın yazmaya ve yazmak üzerine düşünmeye faydalarını çok gördüm. Her yazar bir hoca aslında.
Son zamanlarda neler yapıyorsunuz?
Sular Üstünde Gökler Altında’nın ardından imza günleri, söyleşiler ve diğer etkinliklerle uğraşıyorum. Öğrencilerimle kurmaca derslerime devam ediyorum. Kısa zaman sonra tekrar kozama çekilecek ve yeni romanım için birkaç yıl sürecek kış uykuma dalacağım…
edebiyathaber.net (5 Nisan 2023)
“Kaan Murat Yanık: “Kolomb’un izinde İtalya ve İspanya’da epey zaman geçirdim.”” üzerine bir yorum