Söyleşi: Ayşe Yazar
Yaşadığı coğrafyanın sesini, ruhunu kitaplarına taşıyan Şafak Okdemir; hemen her kitabında birkaç kuşağın büyük bir emekle ördüğü eşsiz bağlar üzerinden, yaşanması ve anlatılması zor meselelerine yer veriyor. Doğal yaşam alanlarını tehlikeye atabilecek yıkım projelerine karşı yürütülen koruma çalışmalarında uzun yıllardır gönüllü olarak yer alan Şafak Okdemir ile Çınar Yayınları’ndan çıkan, Önce Okullar Kapandı kitabı üzerine konuştuk.
Nice Nine’nin Zeytini gibi çok anlatıcılı bir kitap, ardından son konar-göçerleri anlattığınız Büyükannemin Sarı Keçisi ile bu toprağın değerlerini sizin kaleminizden okuduk. Saçları da kendisi gibi inatçı Gürsu Çoban üzerinden anlattığınız bir kitapla yeniden okurlarınızla buluştunuz. Toplumun eğilimlerine baktığımızda inatçılık istenmeyen bir huy. Bu cesur tercihiniz ve Gürsu Çoban’ın inatçılığı üzerine neler söylersiniz?
Siz bu soruyu soruncaya dek inatçılığın olumsuz algılanacağını düşünmemiştim. Genç okuyucularımız ve eğitimcilerle ebeveynlerin, kahramanımızın bu özelliğine olumsuz yaklaşma olasılığı var demek ki. Hiç aklıma gelmemişti.
İnatçılık, burnunun doğrusuna gitmek, doğru bildiğinden şaşmamak benim için bir varoluş şekli sayılır aslında. Çok küçük yaşlardan beri bazen çok takdir edilen bazen de engellenmeye çalışılan bir özellik olduğunun farkındayım. Belki biraz yalnızlaşmayı da getiriyor zaman içinde. Ama başka türlü nasıl yol gidilir bilemediğimden belki, çok sevdiğim bir karakter olarak Gürsu’ya bu dik başlılığı çok yakıştırdım.
Dik yamaçlar inatla çıkılır. Yanlışa, yıkıma, kötülüğe karşı duracak, dururken yalnızlığı da göze alacak güç insanın inadıdır, dik başlılığıdır bence. Umarım okuyucularımız da kendi içlerindeki inatçı keçiyle buluşurlar Gürsu’yu okurken!
Kitabın hem yazarı hem de çizerisiniz. Renklerle zaman geçişi yaptığınız sayfada bugünü siyah-beyaz, geçmişi renkli yapmışsınız. Neden böyle bir geçiş düşündünüz? Bazı yerlerde fotoğraflar üzerine çizim yaparak kolaj oluşturma sebebinizi de merak ettim?
Yine çok özenli bir okumanın sonucu bir soru. Bunun için teşekkür ederim. Kahramanlarımızın okul kapısında buluştukları an, kapatılmış okulları esas karakter olarak görülsün diye onları siyah-beyaz yapmıştım. Yine okullu oldukları mutlu zamanların değerli bir anısı olan tiyatronun kostümleri de rengârenk olmalıydı. Çok kişisel ve içgüdüsel bir tercihin sizin gibi okuyucuların dikkatine girebilmesi çok güzel.
Fotoğrafla kolaj çalışması Nice Nine’nin Zeytini öykü kitabımda da vardı. Kitaplarda adını andığım gerçek varlıkların (dünyanın en yaşlı zeytin ağacı ve katran sediri gibi) ve mekânların (dağların yükseklerindeki antik kent yıkıntıları gibi) görsellerini çizmeye çalışmayı tercih etmiyorum. Fotoğraflar üzerinde küçük sanatsal dokunuşlarla benim çizdiğim görsellerin kaynaşması bence daha inandırıcı ve etkili oluyor. Böylece okuyucularımız da bu gerçek varlıklarla tanışmış oluyorlar.
Gürsu Çoban Anadolu lisesini kazandığı halde gitmemeye karar verdiği zaman belirli bir süre insan içine çıkmıyor. Bu zaman zarfında vakit geçirdiği yerler için düşündükleri, onun bunu niçin yaptığını anlamamızı sağlıyor. Bu ruh halini biraz açar mısınız?
Gürsu’nun ilkokulu başarıyla bitirmiş küçük bir çocuk ya da gençliğin başında bir öğrenme sevdalısı olarak, okumak için neden köyünden gitmemeyi tercih ettiğinin, dağlarını neden bırakamadığının cevabı bence, her okuyucunun kitabın bütününden kendine göre çıkarsama yapacağı bir konu ve soru. Bu ruh halini ben de kendimce anlıyorum. İki farklı üniversite okumak için iki kez hayatımı altüst ederek şehir değiştirmiş bir gençtim bir zamanlar. Birkaç üniversite daha okurdum aslında! Yine de Gürsu’ya böylesi tam ters bir davranış çok uygun geldi yazarken. O hep ‘biraz garip’ biri olmasa roman kahramanı olmazdı zaten bence.
Ulu sedir ağacının yok edildiği günün gecesi Nazlı, kollarını dağlara doğru açıp Likya’nın tüm tanrı ve tanrıçalarından yardım istiyor. Yaşadığı yerle kurduğu kadim bağda ailesinden gelen duyarlılığın yanında-sizin anlattıklarınızdan çıkardığımıza göre- doğanın da payı büyük. Doğa bize kendini nasıl hatırlatıyor?
İnsanların yaşam şekillerinin doğayla tam bir uyum içinde olduğu zamanlar vardı. Günümüzden çok uzak bir zaman kesitinden ya da hiç bilmediğimiz bir yerden söz etmiyorum. Diyebilirim ki, apartmanda dünyaya gelmiş bir büyük şehir çocuğu olarak bile, doğadan çok kopuk bir hayat yaşamadığımızı biliyorum. Hayatın akışı, beslenme alışkanlıkları, ritüeller hep geleneksel bir doğa bilgisine dayanan şekildeydi. Apartmanda oturulurdu ama meyve sebze kurutulurdu, turşular, pestiller, reçeller yapılırdı. İllaki bir bahçe olurdu ve ağaçlar, çiçekler hatta sebzeler yetiştirilirdi. İmece usulü erişteler, tarhanalar üretilirdi. Mevsimlerin değişimini yakından hissedecek şekilde hep sokaklarda, bahçelerde ve şehirlerden çok uzak olmayan kırlarda olunabilirdi. Zaten tüm kentler yemyeşildi. Her mahallede parklar ve çocuk bahçeleri vardı. Ayrıca okullardaki eğitimimiz boyunca, ilkokuldan başlayarak çok ciddi bir doğa ve coğrafya bilgisi ile donatılırdık. Evet, şehir çocuklarıydık ama toprak, bitki, hayvan ve tarımsal üretimin temel bilgilerini öğreniyorduk.
Bu günkü çocuklar sebzeleri, meyveleri sadece market paketlerinde görüyorlar. Lise mezunları hiç coğrafya, biyoloji okumamış olabiliyorlar! Doğa sevgisi ve bilgisi ise zorlama etkinlikler, kendisi doğaya zarar veren doğa sporları ya da geziler ile kazandırılmaya çalışılıyor.
Kırsal, köysel hayat tüm canlılığıyla sürerken, toplumun her kesimi doğayla ve geleneksel üretimle bağını koruyordu. Çünkü şehirlerde yaşayanların da çoğunun aileleri köyde idi. Kırsal nüfus kentlerden fazla idi. Tarımsal, geleneksel üretim içinde doğa bilgisi sürekliliğini koruyordu ve farklı hayat şekilleri içinde aktarılıyordu.
Köylerin boşaltılmaya başlanması -ki kitabımızda bunun en önemli adımlarından birini anlatmaya çalışıyoruz- ile tüm sosyal yapı tersine döndü, köylerde yaşayanların çoğunun ailesi kentlerde ikamet eder oldu! Ve tabii üretim süreçlerinden ve doğadan temelli bir kopuş yaşandı. Doğa bilgisinden ve duygusundan hızla uzak düşüldü. Üretimden kopuk ezici insan nüfusunun bitmek bilmez gereksinimleri için de gittikçe ivmelenen bir doğal hayat yıkımı başladı.
Doğayla birlikte var olmak, birbirinin dilinden anlamak, hissetmek, öylece yaşayıp gitmek mümkündür. Yitirdiğimiz bu uyumu ve bilgiyi yeniden yakalayabilme umudumuzu korumaya çalışıyorum.
Doğanın kendini bize hatırlatmaya gerek duyduğunu sanmam! Kendi kuralları ve olagelişleriyle sonsuz varlığını sürdürüyor. Çok sevdiğim bir söz var:” Doğayla savaşma, kazanırsan kaybedersin” diyor. Bence her şeyi anlatıyor bu söz.
Gürsu Çoban’ın ağzından lafı alan Ümmü Nine’nin “Elinizde tuttuğunuz her bir kuru dal parçası bile …” sözünü Musti Dede “Canlıdır aslında! Çünkü yanıp kül olsa da ormanın tüm sırrı ondadır hâlâ.” diyerek tamamlıyor. Romanın tamamında birbirini oyun oynar gibi tamamlayan bu üç arkadaşa Benek ile Seksek de katılıyor. Ağartıları dahi roman karakterine dönüştürdüğünüz kitapta Perihan Öğretmen “…sanki her biri bu dağların bir orman canlısı “diyerek tasavvur ediyor. Çakılından böceğine en küçük ayrıntısına kadar bir yörük kilimi canlılığında dokuduğunuz metninizde yerel söyleyişler bu kilimin kirkit sesi kadar ritimli ve özgün. Şafak Okdemir bu uyumu nasıl yakaladı, hangi koyaklarda dolaşıp soluklandı?
Öncelikle güzel sözleriniz için teşekkür ederim. Yazdığı bir kitap için her yazar böyle görülmek, hissedilmek ister sanırım.
Sorunuza gelirsek, bendeniz yalnızca bildiğim, hissettiğim, istediğim gibi bir hayat yaşadım diyebiliriz belki öncelikle. Çok küçük yaşlardan başlayarak, hep meraklı, değişken, genellikle uyumsuz ve biraz da kavgacı idim! Buna bir de sevgili babacığımla o zamanlar ismi bile duyulmamış -bugün çok popüler turistik olan- yerlere maaile yaptığımız geziler eklenince, doğa ve yol tutkunu bir genç oldum. Antik kentler, ören yerleri ise hayatım boyunca en sevdiğim mekânlar haline geldi. Bir şehir çocuğu olarak yolumuz düşen köylerin bir köşesinde ya da bir dereciğin kenarında yaşamayı hayal ederdim. Üstelik şehirlilerin çoğu gibi bir köyümüz de yoktu! Büyüyünce zengin olmak, mevki sahibi olmak ya da mutlu bir eş ve anne olmak hayalleri kuran kızlardan da değildim. Sıranın dışında durmayı, bazen sırayı bozmayı göze alarak, çok yorulmak ve bazen üzülmek pahasına kendi yolumda kalmaya çalıştım diyebilirim.
Doğa ve yol merakına ve sevgisine, sanatla iç içe olma tutkusu eklenince yaratıcı yanı ağır basan bir yaşam yolculuğunun kapısı aralandı sonra. Yol arkadaşlarım değişse de yolum hep aynıydı galiba. Ve uzun yıllardır konuşlandığımız bir dağ eteğinde soluklanırken önümüze yeni dersler, yeni ödevler koydu hayat. Artık gündelik haberlerin alışılmış bir bölümünü oluşturan doğa yıkımları ve yaşam savunucuları karşıtlığında, taraflardan biriyiz ve ödevlerimizi en iyi şekilde yapmaya çalışıyoruz. İçinde olduğumuz ya da katkıda bulunduğumuz her mücadele bizi yeni dostlarla, ömürlük yol arkadaşlarıyla buluşturuyor. Hiçbir kitaptan ya da okuldan öğrenmediklerimizi öğreniyoruz. Ailemizden bile daha yakın bağlar kuruyoruz. Güven ve sevgi inşa ediyoruz.
Büyük yerleşimlerden, kalabalık ve karmaşadan uzak, doğanın devinimine yakın uzun yıllar geçirmek, her insanda geri dönülmez mutlu değişimlere yol açar. Çok sevdiğiniz, derinden bağlı olduğunuz doğal yaşam alanlarının büyük bir hızla, geri dönülmez değişimlere uğratılması ise büyük acı verir.
Bana bu kitapları yazdıran da bu acıdır aslında. Kitabımda varlığından söz ettiğiniz ritim ve uyum da aslında hem içimdeki hem de yaşadığım, gezdiğim, sevdiğim her yerdeki yitirilmekte olan müziğin, renklerin ve güzelliğin uyumudur.
Yaşanan onca acıyı anlattığınız kitabınızın adında bir olumsuzluk var fakat okur yine de boğulmuyor, umutsuzluğa düşmüyor. Sert bir hikâye okusak da kurmaca karakterleriniz ile Prof. Dr. Doğan Katrancı ve Yusuf Yavuz gibi gerçek kişilerinizin mücadelesine eşlik ediyoruz. Romanınızda bu devinimi sağlayan nedir? Bu iki gerçek kişi romana nasıl girdi?
Bu bir mücadele öyküsü aslında. Kaybedilmesi olasılığı bile düşünülmeden, insanların canını ortaya koyduğu bir mücadele. İçine düştüğümüz bu yeni yüzyıl, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de aklın almayacağı, daha önce hayal bile edilemeyecek doğa, tarih ve kültür yıkımlarıyla geldi. İnsanlık adı konmamış bir büyük savaşın içinde. Yüksek teknolojileri elinde tutan dev şirketlerin sebep olduğu yıkımlarla, bu yıkımlara karşı duran yaşam savunucularının savaşı bu. Artık dili, dini, ırkı olmayan, bir iyilik-kötülük karşıtlığı, bir varlık-yokluk mücadelesi bu yaşanan. Ormanlar, dereler, denizler, dağlar yaşasın diye canını veren insanlarla yok edicilerin savaşı. Öykümüzde olduğu gibi bilgisini, kalemini, gücünü yaşamdan, iyiden, haklıdan yana kullanan bilim çevreleri ve basın en büyük güçlerden biri. Değerli hocamız, dostumuz Prof. Doğan Kantarcı ile HES’lere karşı bir savaşımın içinde birlikte çalışmıştık yıllar önce. Sevgili gazeteci dostumuz Yusuf Yavuz da tüm Türkiye’nin tanıdığı, güvendiği ve yaşam savunucularının hep yanında bulduğu bir usta yazar ve mücadeleci. Birlikte pek çok kez yıkımlara, hukuksuzluklara karşı durmaktan onur duyduğumuz bir insan. Onların iznini alarak, genç kuşakların kendilerini biraz da olsa tanımaları için romanımda yer verdim. Dostlarımız hakkında okuyucularımızın da fikirleri olsun, onlara esin kaynağı olabilsin diye. Benim için büyük mutluluk oldu. Umarım okuyucularımız için de bir yol gösterici olur onların varlığı.
Perihan Öğretmen’in fotoğrafladığı “Cennetin Çocukları” bana kalbinizde gezdirdiğiniz bir hikâye olabileceğini düşündürdü. Burada bir gönderme var mı?
Öyle bir proje yok. Cennetin Sahipleri adlı bir ilk romanım var biliyorsunuz. Bu günlerde başladığım bir orman ve çocuklar çalışması var ama onu duyurabiliriz.
Çakır Ana’nın sezgisi, okurun sezgisi, yazarın sezgisi, doğanın sezgisi ve zaman zaman aklı karışan muhtarın teklifsizliği romanda çatışmayı tırmandıran unsurlar. Romanınızda sezginin yeri nedir? Erk her zaman böyle teklifsiz midir?
Yine çok özel bir bakış ve değerlendirme ile sorulmuş bir soru. Çok teşekkür ederim. Romanımda sezginin yeri, hayattaki yeri gibi bence. Sezgilerin yönlendiriciliğine ve gücüne inanırım. Sezgisel adımlar ve kararlar çoğu zaman hayatıma yön vermiştir. Derinlerdeki bir bilgi ve algı birikiminin sonucudur bence sezgiler. Burada teklifsizlik derken, saldırgan ve haksız tavırları anlıyorum. Sezgiden ve sevgiden uzak, çıkarları kollamaya yönelik, kötücül tepkiler. Ve evet, eğer erk derken, olmadık haklar verilen işgalci, yıkıcı şirketleri kastediyorsanız, teklifsiz demek çok hafif kalır. Hemen her zaman yasa ve kuralları, halkın ve doğanın haklarını hiçe sayan saldırgan bir güç gösterisidir şirketlerin yaptıkları.
Cebinden defteri, kalemi eksik olmayan; “İnsan yaşı kaç olursa olsun tek başına büyüyormuş” diyen Ümmü Nine’nin yaşadığı köy “Arkasını yaşlı ormanlara, dimdik yükselen dağa dayamış.” Ondan duyduğumuz bu sözden hareketle sormak istiyorum: Ormanı ve dağı olmayan, büyüme sancısı içindeki yaşsız okurlarınız arkasını neye yaslamalı?
“Büyüme sancısı içindeki yaşsız okurlar” sözüne bayıldım. Galiba hepimizi kapsıyor bu tanım!
Gürsu’ya bakıyorum ve diyorum ki herkes, hepimiz, öncelikle iç sesimizi duymalı ve kendimizi en iyi hissettiğimiz yere sağlamca basmalıyız. Neyi bilmek, öğrenmek istiyorsak onun peşinde olmalıyız. Bilgi ve deneyim biriktirmek için bazen uçurum kenarlarında, bazen de yalnız başımıza karanlıklarda yolumuzu bulmaya çalışmalıyız. Hayatın kendisi kadar kitaplar da sanat da dağlar gibi, yaşlı ormanlar gibi sırtımızı vereceğimiz sığınaklar olacaktır. Yeter ki korku değil, umutlar, sevinçler, dostluklar beklesin o dağları…
edebiyathaber.net (6 Nisan 2023)