Edin’in dahili telefonu çaldı. Saat daha dokuzdu. “Kim olabilir ki?” diye düşündü. Mesai henüz başlamıştı. Acelesi var belli ki, benimle acelesi olan biri. Masasından kalkıp ağır adımlarla telefonun bulunduğu küçük sehpaya yöneldi.
“Alo, Edin İsmailoviç, buyurun.”
“Edin, günaydın, ben Profesör Herbert. Seninle hemen görüşmek istiyorum, odama gelebilir misin lütfen?”
“Tabii, Profesör,” siyah kalın çerçeveli gözlüğünü elinin tersiyle yukarı itti, gergin olduğu anlarda eli hep gözlüğüne giderdi. Kalın çerçeveli gözlükleri gözlerinin güzelliğini saklıyordu.
Profesör Herbert’in ofisi kendi gibi sade, minimalist döşenmişti. Odasında ne bir eksik ne bir fazla vardı. Yeterince dolap, raf, ceketleri, paltoları, şemsiyeleri asmak için üç ayaklı bir askılık, masasının önünde iki koltuk, ortalarında küçük bir sehpa. İnsanı yormuyordu bu oda.
“Edin, biliyorsun gelecek ay üniversitenin “Göç Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Enstitüsünün” bir paneli olacak.
“Evet, profesör.”
“Düşündüm de sen de bize katkıda bulunabilirsin. Her ne kadar Slav Dili Bölümünde ders versen de senin kişisel deneyimlerinden faydalanabiliriz diye düşündük.”
Edin’in eli yine gözlüğüne gitti. “Kişisel deneyimlerim ha?” diye düşündü. Buraya apar topar kaçtıkları zamandan itibaren okuduğu hiçbir okulda kişisel deneyimleriyle kimse ilgilenmemişti. Hem duygular nasıl anlatılırdı ki? Hele küçücük bir çocukken, göçmen olduğun için kendini suçlu hissederek, hep borçlu ve değersiz hissettiğini nasıl anlatabilirdin?
“Tabii, olur profesör. Ancak, göç ve göçmen olmak üzerine bir katkı sağlayamam.”
“Peki bir düşün bakalım ne yapabilirsin? Bana cevabını yarın bildirirsin.”
Edin, uzun zamandır Saraybosna’yı rüyalarında görmediğini fark etti. Yoksa unutmuş muydu güzeller güzeli Sarajevo’yu? Mümkün müydü? Değildi tabii. O gece sözcükler aktı gitti. Sözcüklerine gözyaşları ve bol şarap eşlik etti. Profesör Herbert’e panele Saraybosna’yı konu edinen kısa bir konuşma ile katkı sağlayacağını bildiren bir e-posta attı. Profesörün olumlu yanıtı sonrası kalabalığa çıkacak olmanın gerginliği ile birkaç gün geçirdi. Sonunda o gün geldi çattı, programda onu en sona koymuşlardı. İsminin okunduğunu hayal meyal hatırlıyordu sonrası ise aktı gitti.
“Doğduğum şehrin, savaşla hem de yakın zamanda olmuş bir savaşla anılması çok üzücü. Biz Saraybosnalıların şehrimizi, vatanımızı terk edip gitmek zorunda kalmamız ise çok daha üzücüdür. “Saraybosna nasıl bir şehir?” diye sorarsanız eğer, “Miljacka nehri boyunca uzanan ince, uzun bir evdir,” diye cevaplarım. “Akşam başınızı yastığa koyduğunuzda önce kilise çanı duyulur sonra uzaklardan bir ezan sesi gelir. Sinagog’un sesi çıkmaz. Dünyada görülmemiş bir kuşatmaya tam bin dört yüz yetmiş gün aç, susuz dayanmış cefakâr bir şehirdir,” diye devam ederim. Tarih boyunca pek çok medeniyetin şahidi olmuş dağların ortasında yaşayan ipek saçlı, naif bir prensestir Saraybosna. Sabahları prensesin güzelliğini Miljacka bir ayna gibi yansıtır gelen geçene. Saçlarını taramadan, üstüne çeki düzen vermeden o beyaz tülü kaldırmaz omuzlarından.
Savaş başladığında on bir yaşındaydım. Babamla çarşıya, berbere, maça gittiğim zamanlarda kendi aralarında “Sırplar siper kazıyor, dağlarda mevzi kuruyor, hazırlanmak lazım.” “Hayal görme, kış olimpiyatlarının yapıldığı ülkemizde savaş çıkmaz, dünyanın gözü önünde, kimse buna müsaade etmez,” diye konuşmalarına şahit oluyor, savaş denilen o korkunç gölgenin bizim şehrimize uğramayacağına ikna olup geceleri rahatça uyuyordum. Eylül ayının verdiğine benzer bir güvenlik hissiydi bu. Hani yaz mevsiminin o düzensiz zamanlarında, günlerin uzayıp, gecelerin kısaldığı, biz çocukların bir türlü yatmak bilmediği, ne kahvaltı ne de akşam yemeği saatinin olmadığı, annelerin hiç hoşlanmadığı o günlerden sonra Eylül’ün gelişiyle okulların açıldığı ve her şeyin ve herkesin yerini bulduğu, rutinin başladığı zamanlar gibi bir histi. Savaş başladığında rutin bitmiş yerini kaosa bırakmıştı. Sırpların ne zaman, nereden ateş açacağı belli değildi. Sabah mı akşam mı, öğle mi ikindi mi? Tek bildiğimiz şehri çevreleyen dağlarda oldukları ve evlerin çatılarına keskin nişancıların konuşlandığıydı. İnsanlar ekmek kuyruğunda ya da su kuyruğunda vurulup yere yığılıyordu. Rutin, düzen bitmiş şehrimize karmaşa hakim olmuştu. Birkaç ay hayatta kalmak için her şeye adapte olmuş, şehrimizi terk etmemeye sessizce ant içmiştik ama sokakta beraber oynadığım arkadaşım Bosko bir keskin nişancının kurşunuyla öldüğünde babam bizi apar topar Almanya’ya gönderdi, kendi kalıp savaşacaktı.
Şimdi balkonumda oturmuş evimin önündeki nehre bakarken Saraybosna’ya dönmek nasıl olurdu diye düşünüyorum. Bosna nehrinin üstünde kurulu köprülerden biri olan Latin Köprüsü durağında travmaydan iner sola doğru kıvrılırdım. Başçarşı’da arkadaşlarımla buluşup kahve içer, pazarları bisiklete binerdim. Vijecnica Ulusal Kütüphanesi’ne araştırma yapmaya değil güzelim galerisini seyretmek için girerdim. Ülkenin belleğinin, yüzyılların arşivinin savaş sırasında yakıldığını bildiğimden sadece orada olmakla yetinirdim. Nehir inatla caddeye paralel akar, bahar aylarında coşkun, gürül gürül zümrüt yeşili bir suya dönüşürken yazları sarı, cılız, usul usul kayan bir yılan olurdu.
Şehir ve nehrin birbirinden kopamayacak iki aşık olduğunu hatırlardım, Miljacka olmasa Saraybosna’nın olmayacağını daha iyi anlardım. Rengârenk bir çiçeğe üşüşen bal arıları misali bu şehri idare eden milletlerin süslediği nehir boyunca hiç var olmamış sevgilimle uzun, sessiz bir yürüyüş yaparken, bir yanda Osmanlı konakları diğer yanda Avusturya mimarisi bize göz kırpardı. Hiç yaşayamadığım çocukluğum ve gençliğimi geri alabilir miydim? Şehir beni kabul eder miydi? Komşularım ve arkadaşlarım tarafından korkak damgası yer miydim? Hayatta mıydılar? Bize silah çekenler de komşularımızdı unutmuşum. Saçlarına ak düşmüş bu adamı kim bağrına basardı? Sorumlu olmadığı bir savaş için suçluluk duymak doğal bir duygu muydu?
Bir inanışa göre Miljacka nehri ne zaman kırmızıya dönse Bosna’da savaş olurmuş. 30 yılda bir kırmızı akan nehir için halk savaş çıkacak demez Miljacka kırmızı akıyor dermiş. En son 1991’de kırmızı görülmüş.
Babamın intikamını almak için dönmenin tam zamanı galiba diye düşündüm önce ama sonra ölüm her yerde biz Bosnalılar her daim yaşamı seçeriz dedim, kendi kendime.
Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederim.”
Edin, sunumunu bitirdiğinde salonda bulunan herkesin üstüne kurşun gibi bir ağırlık çökmüş, ne yapacaklarını bilmez halde birbirlerine bakakalmışlardı. Sessizliği Profesör Herbert bozmuş, ayağa kalkıp, kürsüde duran Edin’i kucaklamıştı. Bunun üzerine salonda bir alkış kopmuş, Edin ilk defa kendini yıllar önce savaştan kaçarak geldikleri bu ülkeye ait hissetmişti.
edebiyathaber.net (13 Nisan 2023)