Öykü yazarı, hukukçu, dergiciydi İzzet Kılıçlı (D. 1948, Adilcevaz / Van – Ö. 13 Ekim 1998, Ankara). Sağlık bilimleri, gazetecilik ve hukuk öğrenimi görmüştü. Bir süre orta dereceli sağlık okullarında meslek dersleri öğretmeni olarak görev yapmıştı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra Ankara’da serbest avukat olarak çalışmıştı. Edebiyata 1960’lı yıllarda şiirle başlamıştı. Sonra öyküde yoğunlaşmıştı. Ankara’da Yazıt dergisini çıkarmıştı, Yazıt Yayınlarını kurmuştu ve yönetmişti. Benim, Hasan Ali Toptaş’ın, Cemil Kavukçu’nun, Özcan Karabulut’un, Yılmaz Odabaşı’nın, Şükran Kozalı’nın ve daha birçok kişinin ilk yapıtlarını o yayımlamıştı. Atilla Şenkon, Sururi Baykal ve daha kimler yoktu ki Yazıt’ın ve dolayısıyla da İzzet’in çevresinde. Yazıt’a ve öykü eki Dekovil Öyküler’e nasıl dahil olduğumu sırası gelince anlatacağım zaten…
Yazı ve öyküleri ağırlıklı olarak 1974’ten itibaren Çağ, Yapıt, Yaba, Dönemeç, Varlık, Cumhuriyet Kitap, Türkiye Yazıları, Yazıt, Kıyı, Temmuz, Oluşum, Edebiyat 81, Günümüzde Kitaplar ve Ankara’da öğrenci olduğu yıllarda arkadaşlarıyla çıkardıkları Çaba gibi dergilerde yayımlanmıştı. Çocukluğunun geçtiği Vangölü kıyısındaki Adilcevaz’da kış geceleri anlatılan sayısız efsanenin, hurafenin, masal ve halk hikâyelerinin büyüleyici etkisi altında yazmaya başlamıştı. O yaşarken Mavi Devler (1983), Tozların Dansı (1990), Kara Önlüklü Sevgili (1996) adlı öyküleri yayımlanmıştı. Dostluğumuz ve arkadaşlığımız ilerledikçe de onun yazarlığı ve öykücülüğü hakkında Damar’da yazmıştım. O da vefa gösterip benim ve yazdıklarım hakkında iki bölümlük detaylı ve aydınlatıcı bir yazıyla adeta karşılık vermiş ve beni onurlandırmıştı.
Doğankardeş dergisine gönderdiği ilk şiirlerden sonra, toplumcu çizgide olay öyküleri yazmaya başlamıştı. O da birçok öykücü, romancı gibi edebiyata şiirle girmişti ve kafasındaki şiiri görünür yapamadığı ve bunu yapabilen çok yetkin şairlerimiz olduğundan dolayı da şiir yazmayı bıraktığını söylemişti bana. Yine dediğine göre bir süre olay öyküleriyle uğraşmış ve sonra bu tarzın kendi anlayışını ve yazmak istediği öykü ve romanları görünür yapmaya yetmeyeceğini düşünerek bundan vazgeçtiğini söylemişti. 1980’den sonra da gerçeküstücü öğeler barındıran düşsel öyküler yazdı. Dekovil’de onun ve adını verdiğim ve anımsamadığım birçok öykücü, yazar bu tarzda öyküler yazıyorduk…
“Öyküyü, şiirle roman arasında gidip gelen, henüz ayağını yere sağlam basamamış, aslında basmak istemediği için basamamış, deli dolu bir edebi tür olarak,” algıladığını söylemişti ve öykünün, “Okuyanda şiire, yazanda romana yakın bir tat bırakır. Ama ne şiirdir ne de romanın küçüğü,” demişti bir yazısında da.
1981’de Yaba dergisinin düzenlediği öykü özel sayısına katılan yüz öykücü içinde beş öykücüden biri seçilmişti. Bu onu misliyle mutlu etmişti. Edebiyatçılar Derneği üyesiydi. Dört romanı, üç öykü ve iki anlatı dosyası vardı Özgen Seçkin’e ve Ankara’ya gidişlerimde oturup sohbet ettiğimizde söylerdi hep. Demokles’in Kılıcı misali yakasını bırakmayan bir ‘şeker’illeti vardı başında. Bu yüzden Sağlık Bilimleri öğrenimi aldığını söylerdi. Etrafındakilerden de umduğu katkıyı, desteği görememişti Yazıt’ın kurumsallaşması için. Ve ölüme doğan her canlı gibi o da üstelik zamansız aramızdan ayrılınca, ortak dostumuz, 40 yıllık ağabeyim Özgen Seçkin, ölümünden hem sonra yazdığı her şeyle birlikte kitaplarının apar topar bir sahafa satıldığını söylemişti üzülerek. İşte o yayımlanmamışlar bir gün gün yüzüne çıkarsa o sahafın atmamış ya da yakmamış olmasının sonucu olacak. Üzerinden 25 yıl geçmiş ortada bir şey yok görünen bu konuda, maalesef.
Özgen Seçkin’i aramıştım, rahatsızlandığını öğrendiğimde. Çalışanı Yıldız almıştı telefonu. “İzzet Kılıçlı komada, hastaneye onun yanına gitti Özgen Bey,” demişti. Kahrolmuştum. Ve sonra yaşamın karmaşık ipleri arasında kendime yol bulmaya bir kente yerleşmenin, yeni bir kimlik edinmek olduğunu kabullenmeye çalışmıştım. Ve kendimi bu kaostan sıyırdığım bir anda İzzet düşmüştü yâdıma. Sarıldım telefona yine… Alo Özgen… demiştim. ‘İzzet’i soracaksan… Maalesef…’ demiti. Ölümün karşısında büyük bir sessizliğe düşmüştük. Yarım yapalak konuşmuştuk. Yaşamımın bu karmaşık sayfasını buruşturup atmak elimde olsaydı… Yaşamımı bir film şeridi gibi geriye sarabilseydim. Ellerim silgi olsaydı, silerdim yaşamımdan tekmil acıları ve onun biraz daha yaşaması için bedelin ne olacağını öğrenmeye çalışırdım. Yüreğim yanmıştı. Uykularım kaçmıştı. Kolay bulunur bir dost değildi çünkü İzzet.
Onu Ankara’da kaybetmiştik!
Gerçekten de zaman görünmez bir törpüymüş, her insana bir tabut üretirmiş.
Zaman gürül gürül akıp giden bir su… Zamanın kıyısına oturup ömrümüzü dudak payı olan bir demli çay gibi içmek hem güzel hem kötü… Güzel, çünkü demli çaydan keyif alır çoğu insan. Kötü, çünkü çayın bitmesini sevmez çoğu. İnsanın ömrünün tiryakisi olması, güzel mi, kötü mü, bilmiyorum; fakat kendime hep soruyorum: biz bir çay mı içiyoruz, yoksa gerçek bir çay mıyız zamanın elinde? Bildiğim bir şey var aslında: Her canlı gibi ölüme doğmuşum. Doğduğum andan itibaren ölüyorum azar azar. Tersine bir büyümenin elinde işkence çekiyorum. Öleceğim ana kadar sürecek bu. Hepimiz bunun farkındayız. Cenneti de cehennemi de bir arada yaşıyoruz. Büyürken ölmek kötü mü, güzel mi aklımızın köşesinden geçirmiyoruz. Bunu önemsiyorum ve düşünüyorum. Ölüme doğmasaydım ölmeyecektim. Öldükten sonra yaşamak için çabalamayacaktım. Müthiş bir devinimin içindeyim yani. Zaman mı kazanacak, ben mi kazanacağım yanıtı bence malum…
Yaşamaya doğduğum andan itibaren, zamanın yüzüme geçirdiği maskeleri çıkarıyorum. Ölüme doğru büyürken yaptığım tek güzel iş bu. Durmadan zamanın yüzüme geçirdiği maskeleri çıkarıyorum ve bunu da yazıya döküyorum. Ölüme büyümeme kadar sürecek bu eylem. Gerçek kendim olmayışım da bu yüzden belki. Zaten kimsenin de böyle bir iddiası yok, olamaz da. Öldüğümüzde gerçek kendimiz olabiliriz ancak. Zaman kendi varlığını kanıtlamak için hep bizi yaşama doğuruyor. Biz de zamana karşı ayakta kalmak ve yaşadığımızı kanıtlamak, yani öldükten sonra sonsuz olmak için çabalıyoruz.
Bu çabayı yarattığımız ürünlerle gerçekleştirebiliyoruz. Ölüme parça parça doğuyoruz. Yaşama da parça parça katılıyoruz. Parça parça öldükçe, parça parça doğuyoruz hayata.
Ve biz yazdıklarımızla zamanı yeniliyoruz
İşte, sevdiklerimi, önemsediklerimi kaybettiğimi öğrendiğimde böylesine düşünceler deli atlar, taylar gibi geçer içimden ve içimin tozlarına dans ettirirler. O tozların dansı içinde kendimden geçerim ve sonra bir kâbustan uyanmışım gibi serin sulara atarım kendimi. İzzet Kılıçlı da yazdıklarıyla yaşayacak olan biri.
Onunla nasıl tanıştığıma geçebilirim artık. Kısaca anlatayım.
İzzet Kılıçlı birkaç arkadaşıyla “Yazıt Ortak Kültür Kitap Dizisi”ni çıkarmıştı. Edebiyata ilgi duyan biri olarak bu kitabı edinmiştim. 1. sayıda “Kavrayış Ortaçağlı Olmamalı” başlıklı bir yazı vardı. Bu yazının altında da o dönemde Dönemeç’te sürekli yer alan Aydoğan Yavaşlı’nın adı yer alıyordu. Zehir zemberek bir yazıydı ve toplumcu gerçekçi anlayışı, buna ilgi duyan ünlü-ünsüz birçok yazarı kendince eleştiriyordu. Bir karşı yazı yazdım: Türünün Somut Örneği Aydoğan Yavaşlı başlıklı. Yazıyı kısa bir mektupla İzzet Kılıçlı’ya gönderdim. Mektubuma yanıt alamadım tabii. Yazıma da dergide (çünkü ortak kitap daha sonra dergiye dönüştürüldü) yer verilmedi. Ona iki üç mektup daha yazdım. Yazıyı niçin yayımlamadığını sordum. Ondan yine yanıt alamadım. Telefonla ulaşmaya çalıştım. Olmadı. Sözünü ettiğim yazıyı bir iki dergiye daha gönderdim. Yayımlamadılar. Gerekçe de belirtmediler. (Daha sonra bu yazı Yeni Adana Gazetesi’nin sanat sayfasında yayımlandı.) Bir yıl kadar sonra, Tekirdağlı arkadaşımla (Muzaffer Bilgin. Benim gibi öğretmendi) İstanbul’a gittik. Güngör Gençay’ı beklemeye başladık. (Ellerimiz Tırpandır Acıya isimli şiir kitabımın basımını görüşecektik) Galata Kulesi’nin giriş kapısının karşısındaki kahvede oturuyorduk. Işık içinde olsun Güngör Gençay’ın kızının adını taşıyan Papatya Kırtasiye de Galata Kulesi’nin hemen dibindeydi ve Gerçek Satan dergisiyle yayınlarını da buradan yönetiyordu. Garson yanımıza yaklaştı ve “Abiler, bir bey ve bir kadın da Güngör abiyi bekliyor, bakın dışarıdalar,” dedi. Dışarı çıktık. Küçük bir masanın etrafında çay içen iki dostu gördük. Tanıştık. Şükran Kozalı, İzzet Kılıçlı…
Sohbetimiz Aydoğan Yavaşlı’nın yazısı ve benim yazım oldu. İzzet niçin yayımlamadığını orda da söylemedi. Böylece İzzet’le şahsen de tanışıp dost olduk. Yazıt’a öykü beklediğini, fakat bunun yayımlanacak anlamına gelmediğini, çünkü bir kurul oluşturduklarını sözlerine ekledi. 1988’de başlayan dostluğumuz 1992 yılı ortalarına kadar, onun üzerinde uzun uzun mektuplarla, daha sonraları da telefon görüşmeleriyle, bazen de Ankara’ya gittiğimde yüz yüze görüşmelerle sürdü. Bu dostluktan çok şey öğendim. Öykülerim için gösterdiği çabayı unutmam.
İzzet Kılıçlı ile Adana’daki Orhan Kemal etkinliklerinden çıktıktan sonra (yanılmıyorsam 1992 yılıydı) Mersin’e gittik. Bizim evde onu misafir ettim. O gün kronik şeker hastası olduğunu öğendim. Evimizde annem-babam yoktu. İkimizdik. Mutfakta yemeği kendi yaptı. Yemekten sonra birlikte bulaşık yıkadık. Rakı içtik. Gece geç saate kadar konuştuk. Söz döndü dolaştı Aydoğan’a geldi yine. Yazımda haklı olduğum tarafların olduğunu, Aydoğan’ın arkadaşları olduğu için yazıyı yayımlamamak yönünde kişisel karar aldığını söyledi. Yazıt’ın da zaten kişisel kaprisler yüzünden tıkanma yaşadığını, belki de bitebileceğini söyledi. O, Yazıt’ın kurumsallaşmasını istiyordu. Olmadı.
İzzet Kılıçlı ortalıkta görünmeyi sevmeyen biriydi. Edebiyattan tamamen kopmadığını göstermek için arada sırada yazı yayımlatıyordu o kadar. Fakat o içten içe kendisi için de olsa yazıyordu. Eminim ki ondan geriye sadece yazının başında söylediğim sayıda değil birçok öykü-deneme (belki de şiir) dosyası, senaryo çalışması kaldı. Ve Yazıt’la birlikte de olsa anılacak. Çünkü Yazıt’ın edebiyat alanına çıkardığı yazarlar bilinmekte ve ortada hepsi. Vefasızlık yapan da oldu, bir biçimde onu yâd eden ve yazan… Fakat o bunu önemsememişti sağlığında. Yazıt’la birlikte öykücülüğümüzün özgün bir damarı, kilometre taşı ve yüz akıydı demek hiç abartı değil bence. Sanat konusunda ince eleyip sık dokuyan biri olarak bildiğim İzzet Kılıçlı’yı yıkan vefasızlıklardan çok, meslek stresi ve edebiyattan uzak kalışı da zamansız ölmesine etki ettiğini düşünmüşümdür hep aklıma geldiğinde ya da Özgen’le görüşüp eski Ankara günlerimizi konuştuğumuzda…
Öykücülüğümüzün yüz akı ve özgün yaratıcısı İzzet Kılıçlı’yı yâd etmek istedim. Işık içinde olsun iyi ve has öykücü.
edebiyathaber.net (13 Nisan 2023)