Yazmak ya bir aşk ya da da bir nefret işidir
Reha Çamuroğlu’yla son romanı “Sultan Selahaddin el Kürdi” hakkında konuştuk.
“Sultan Selahaddin el Kürdi” tarihi olduğu kadar biyografik bir roman. Anlatmak için Selahaddin Eyyub’u seçmenizin nedeni nedir?
Seneler önce bir yerde söylemiştim. Yazmak ya bir aşk ya da bir nefret işidir. Yazdığınız, yazacağınız konuyu ya çok sevmeniz yahut da nefret etmeniz gerek. Sanırım Eski Ahit’te şöyle der; “Ah sıcak ya da soğuk olaydın ama ılık olduğun için tüküreceğim seni!” Selahaddin bir tarihi figür olarak sevilmemesi imkansız biri gibi göründü bana. Sultan ve naif, güçlü ve kırılgan, servetlere hükmediyor ve fakir! Böyle birini nasıl sevmezsiniz!
Kitabı okurken belli bir coğrafya ve belli bir dönemin panoraması kadar Sultan Selahaddin’in iç dünyasını da tanıdık. Romanı yazarken sizde ağır basan amaç hangisiydi, bir döneme açıklık getirmek mi, yoksa bir karakter oluşturmak mı?
Her ikisi de biri eksik olsa boşlukta kalırsınız! Disipliner tarih çalışmalarında da böyledir bu. Biyografiyi kahramanınızın bir yeniden kurgusunu yapmaksızın yazamazsınız. Dönemin ve şahsın ruhuna nüfuz etmeden nasıl bir biyografi yazılabilir ki!
Romanının ana akışını keserek bölümler arasına yerleştirdiğiniz kısa öyküler var. Bu öykülerin kahramanı yaşlı bir adam ve çocuk. Çocuğun, Cafer’in, Yusuf Selahaddin’i simgelediğini düşündüm. Yanılıyor muyum?
Maalesef yanılıyorsunuz! Ama durumu açıklayan bir açıklama da getirmeyeceğim konuya. Sanırım okurumla bu kadar cilveleşmeye hakkım vardır. Onu da okurum bulsun, okurum yorumlasın.
Romanınızı yazmaya başlamadan önce hazırlık döneminiz oldu mu, bu dönem ne kadar sürdü, hangi kaynaklardan yararlandınız?
Bir buçuk yıl kadar okudum. Pek çok kaynaktan yararlandım. Yalnız genç kuşaklara bir tavsiyem var eğer profesyonel olarak tarihimizi araştırmak istiyorsanız ilk yapmanız gereken işlerden biri Arapça öğrenmek! Bugün o kadar pişmanım ki Arapça öğrenmemiş olmama! İnanılmaz bir kaynak zenginliğine sahip. Ayrıca da müthiş bir zevk. Ben İngilizce’den Arapça kaynaklar kullandım. Tercümeden okumaktan mahcup olduğumu belirtmem gerekir.
Tarihi bir kişiliği kurmacayla anlatmanın zorlukları nelerdir? Gerçekten ne kadar yararlanacağınıza, hayal gücünüzü romana ne kadar katacağınıza nasıl karar verdiniz?
Yazmak çoğu zaman içgüdüsel bir eylemdir. İstediğiniz kadar planlayın, masa başına oturup yazma pratiğine başladığınızda o sizi hiç tahmin etmediğiniz yerlere sürükleyebilir. Ama benim “tarihi roman”larımdaki tarzım bellidir. Ben tarihi olgulara bağlı kalırım.
“Alamut Kalesi” romanından tanıdığımız Haşhaşinlerin piri Hasan Sabbah’ın öğrencisi Reşideddin Sinan, romanda bilge bir kişilik olarak karşımıza çıkıyor. Reşideddin Sinan ile Sultan Selahaddin arasında geçenler; önce Selahaddin’e düzenlenen suikast girişimi, sonrasında Haçlılara karşı savunmada Haşhaşilerden alınan yardım, tarihi bir gerçekliğe mi dayanıyor?
Reşideddin Sinan gerçekten bilge bir kişidir. İlgi alanından pek az konu kurtulmuştur. Güzel sanatlar, matematik, dönemin bütün ilimleri onun ilgi odağı olmuştur. Bu konuda pek çok kaynağa sahibiz. Üstelik ondan nefret edenler dahi bu olguyu kabul ederler. Selahaddin Masyaf Kalesi’ni kuşattığında birden kaldırır! Belki alabilirdi de! Dönemin kaynakları incelendiğinde koca bir boşluk görünür bu konuda. Niçin kaldırdı? Ben bunu ikisi arasındaki bir antlaşmaya bağladım. Sanırım haklıyım.
Dönemin iktidar mekanizmaları, oldukça insancıl ve adil olan Selahaddin’i Şia’yı yasaklamaya zorluyor. Haksızlıklara karşı bireysel karşı çıkışların olanaksızlığı çok eskiye dayanıyor sanırım. Bu konuda şu an yaşanan çatışmaların köklerini o zamana dayandırabilir miyiz, bugün değişenler veya aynı kalanlar nedir sizce?
Tarihi bir fırsat vardı Haçlı Seferleri sırasında Müslümanların önünde. Mezhep çatışmalarına son verebilirler, bu denli acımasız bir düşmana karşı birleşebilirlerdi. Yapamadılar. Selahaddin de burada genel havaya kapılmış, yön verici olamamıştır. Daha sonra Osmanlı’nın kuruluş yıllarında ve Türk-Moğol Hint imparatorluğunda fırsatlar doğmuş ve yine heba edilmiştir. Muhammed İkbal “Kerbela ile hesaplaşmayan İslamın yaralı kalacağını” söyler. Yaralıdır. Bugün İran ya da Suriye’nin iç yahut dış politikalarını benimsemedikleri için “Şiilik küfrden beterdir” diyebilen sünni Müslümanları görmek çok acı vericidir. Bu iş bu kadar ucuz değildir ve bu sözleri edenler ahiretlerini de düşünmelidirler.
Sultan Selahaddin’in orjinali İskenderiye Kütüphanesinde bulunan elyazması bir günlüğünün bulunduğunu biliyoruz. Romanın son sözlerini de Sultan Selahaddin’in ağzından yazılan günlük oluşturuyor. Bu günlükte Selahaddin Eyyubi şöyle diyor: “Keşke hiç kahraman gerekmese bu dünyaya.” Ömrü savaşarak geçmiş bir sultanın bu düşünceye varmış olması mümkün müdür, mümkünse, romanınızın ana iletisini bu cümle oluşturuyor diyebilir miyiz?
Bence pek çok kahraman bu duyguya katılabilir. Kahramanların çaresizliğini en iyi kahramanlar görür çünkü.
Çok teşekkür ediyorum.
Melike Uzun – edebiyathaber