Dönüştüren yolculuk | Feridun Andaç

Nisan 18, 2023

Dönüştüren yolculuk | Feridun Andaç

                                                             “Yeryüzünde hiçbir Hûma kuşu kalmasa da, kimse 

                                                               Baykuşun gölgesine sığınmaz.”

                                                                    Sadî, Bostan

Zaman Ayarları

Ipsısızdı her yan. Ağaçsızdı o kocaman düzlük…İleride taş yığınları vardı. Uzaktan görünen kütlelere yaklaştıkça ayırdına vardığınız şey, lahiti andıran kaya parçacıklarıydı… Her birinin üzeri kurumuş yosun benekleriyle leke lekeydi. Ürkünç görünüyordu ilkten…

Taşların yörüngesine girince, algın değişmişti. Her bir görüntü farklı şeyler düşündürmeye başlamıştı sana.

Zihnin kıvılcımlaşmıştı adeta!

Bunların buraya, bu düzlüğe nasıl getirildiğini düşünmüştün.

Labirenti andıran ara boşlukları adımlayınca gölgeler, otlar, sinek vızıltıları karşılamıştı seni… Taşlarla aranızdaki sessizliği bozandı bunlar. Kıpraşan gölgelere eşlik eden otların hışırtısı, sineklerin dalgalanışıydı.

Ağaçsız düzlük. Kuşsuz ve rüzgârsız.

Zihin Dalgaları

Medceziri andıran bakışlarındaydı bakışların…O gelgit halinin çağrıştırdıklarına kendini bırakmadan adımlarını hızlandırdın.

Taşlarla arandaki yakınlık uzaklıkları da çağrıştırıyordu. Zihin sıçramalarının hatırlattıkları taşların yörüngesinden çıkmayı fısıldıyordu adeta kulağına.

Oysa gelen sesler uğultuydu…Yakınlaştıkça, ötede bir derenin çağıltısını andıran, içindeki serin yalnızlığı da ürküten şırıltı… Giderek uğuntulardaki insan hırıltısını andıran gürleyiş seni kendine çekeliyordu adeta.

Beride sıçrayan çekirgeleri gördün.  Her adımında çoğalan halleri seni şaşırtmıştı. Gölgen, adımlarının sesi, korku ıslıkların onları devindirmiş olmalıydı…

Ses sese karşı uyanıyordu demek! Farkında olunmayan bir nesneyi harekete geçiren ne onu düşünmüştün.

Bu ses miydi, adımlarının ritmi mi, yoksa bedeninden yayılan enerjinin sarsıntısı mı?

Taşlar yerindeydi, devinen sendin, bir de çekirgeler.

Boşluğa baktın, sonra düzlüğe ve taşların kütlesine, benekli siyahi duruşlarına… Gökyüzü sizin seyrinizdeydi.

Yitgin

Gözünden gitmiyordu o ân.

Serdest edilmişti her şey. Bulutsuzdu gökyüzü, öyle hissetmişti belki de …Toprakta alev ateş vardı, göğün mavisi perde gibiydi. Bir yerlerden gelen hırıltıları işitmişti. Güvercin kanadı olmak istemişti o ân… Uçup gidebilen, her şeyi maviliklerde görebilen…

Nefesini yoklamıştı önce.

Uğultu dinmemişti. İçindeki uğultu da öyle!

Tükenen neydi bunu çok sonraları öğrenecekti.

Onlara, kara bir gölge, alev ateş gibi gelenlere “barbar” dediklerini de o günden sonra anlayacaktı.

Buluşma

Martin Eden karşıma çıktı. Hiç duralamadan elimi uzatıp aldım. İlk sayfaya göz attım. Heyecanla okumaya başladım:

“Kendiliğinden atılan geniş bir adım, omuzların bir sağa bir sola sallanışı onu, üzerindeki kitapları sevgiyle ellemeye başladığı masaya getirdi. Başlıklara ve yazar isimlerine baktı, ciltleri gözleri ve elleri ile okşayarak parçalar okudu ve hemen daha önce okumuş olduğu bir kitabı tanıdı…” (*)

Beni yaşama, okuma, yazma tutkusuna taşıyan satırlarla karşı karşıyaydım Hiç Otel’in bahçesinde.

“Kitaplar gerçekti, dünyada böyle kadınlar vardı.”

O genç adamı hatırladım. Karşısında duran kadına gözleriyle dokunuyordu. Teninin beyazlığı, yüzündeki tebessüm, cinselliğini soluyan edası başını döndürüyordu…Ona doğru yürümek, bir elmayı ısırırcasına dilini diline taşımak istemiştin…

Serazat

                                                      “İster merhem sürsün, ister yaralasın… Ne hoştur onun  

                                                     gamıyla perişan olanların hali!…”

                                                     Şirazlı Sâdî, Bostan

Kente niçin gelmiştim, beni buraya sürükleyen neydi sorgusunda değildim bunların.

Görmek istediklerimi görmek, hissetmek istediklerime yakın durmak istiyordum.

Biliyordum ki, bazı mekânlar mabet gibidir. Sizi çekimine alır. Bir renk ağışması, ses çıngısı, koku aroması, bir dokunuş hissediş nefesi gibi sarmalar sizi.

İşte o ân görerek, hissederek, ayıklayarak bakarsınız her bir şeye.

Gelip, arastaya şöyle bir kıyısından bakıp Aziziye Camisi’nin bahçesinde bir söğütün gölgesinde oturup kentin ahengini dinlemeye vermiştin kendimi

.

Çarşıdan geçerken bir pazarcının rengarenk tezgâhına varmış, kendisiyle söze durmuştum. Alıcı gözle baktığım o rengarenk elmalar, şeftaliler, erikler, incirler, yeni çıkmış mandalinalar göz alıcıydı…Ama tezgâhın berisindeki üzüm kasalarına ilişince gözüm:

“Galiba bunlar seyirlik,” dememi gülerek karşılayan satıcı:

“Olur mu abi, bahçemizden. Buranın üzümüdür Muskat, tadına bak,” diyerek üzüm övgüsüne başlamıştı.

Anladım ki; aşkla büyütülmüş her bir şey böyle güzel, lezzetli oluyor.

Bahçeye vardığımda, aldığım üzümlerle kesekağıdındaki simitler, oturduğum banktaydı.

Öten ses veren garsona el edip yanıma çağırdım. Demli bir bardak çay söyledim, üzümleri yıkayabileceğim bir çeşme sordum. Caminin ve şadırvanın çeşmelerini gösterdi.  Caminin berisindeki suyun tatlı ve içilebilir olduğunu söyledi.

Elimdeki pembemsi poşetin uç yerini cebimden çıkardığım çakıyla kesip suya akıntı deliği açtım.

Banka döndüğümde, bıraktığım simitleri kesekağıdından çıkarınca; gözüm yandaki bankta oturan bir genç kadınla adama ilişti.

Başı örtülü genç kadın gülümseyerek ağzının içinden konuşuyordu. Arada bir uzattığı ayaklarının üzerinde bedeniyle abanarak salınıp duruyordu.

Onları göz ucuyla izlerken, bunun bir cilveleşme hali olduğunu düşündüm.

Yaşlı adam bir yandan sigarasını tüttürüyor, diğer bir yandan da bu genç kadını yerinde kıvıl kıvıl eden sözler ediyordu.

Bir ara kulağıma çalınan:

“Böyle çok naz yapma, babana söylerim…”

“Tatlanmışsın gene…”

“Gidip sarıp sarmalanalım…” sözleri üzerine, genç kadın; edalıca, biraz da hazdan inlercesine:

“Önce düğün isterim, bu küçük yerde el âleme rezil oluruz sonra…”deyip, bir ânda yekinerek yerinden kalktı, bu kez çocukça bir edayla:

“Ben çikolata almaya gidiyorum,” dedi.

Adamla bir ânda göz göze geldik.

Başımı öne eğip üzümlere kendimi verip, elimdeki simitten bir ısırık aldım.

Garson çocuk burnumun dibinde bitmişti.

“Bu ne hâl,” dercesine bakıp gülüştük.

Elindeki çay bardağını usulca bankın kenarına koyarken ince esmer boynunun uzatıp fısıldarcasına;

“Abi, onlar bu bahçenin âşıkları,” dedi.

Anladım ki; “âşuk ile maşuk” demek istemişti. O ân, genç kadın, elinde bir eczane poşetiyle göründü. Adama yaklaşınca, gülerek:

“Balonlarını ve tatlımızı aldım,”dedi.

(*) Jack London, Martin Eden; Kaya Ersoy,1989, Can Yay., 486 s.

edebiyathaber.net (18 Nisan 2023)

Yorum yapın