Antika eşyalar pazarında tezgâhların arasında dolaşıyorum. Bulutlu bir sabahın, solgun caddelerin, hararetli taşıtların, koşuşturanların arasından çıkıp geldim. Haftanın son günü, bugün pazar olmasına karşın yine de sokaklar kalabalık. İnsanın çok olduğu yerde gün diğer günden farklı değil. Yaşadıkça görünen en kesin şey, büyük ve kalabalık bir şehrin içinde oradan oraya savrulan insanlarla bir arada ve aynı şartlarla, bütün bu karmaşıklıklara alışanlar olarak hep birlikte görünmez olmak ve kaybolmak.
Antika pazarı bu semtte sadece pazarları kuruluyormuş. Geniş bir alana yayılmış küçüklü büyüklü tezgâhlarla, hemen ardında bekleyen geneli orta yaşlı kadınlar ve erkeklerle oluşturulan birbirinden farklı ve çeşitli eşyalarla dolu bir pazar yeri burası. Tezgâhların aralarında benim gibi ilk defa geldiğini bakışlarıyla belli edip gezinenler, sergilenen ürünleri inceleyenler, pazarda daha da neler olabileceğine dair meraklıca etrafı kolaçan edenlerle, ortamın havasına uyum sağlamakta pek zorlanmadım, ben de diğerleri gibi oldukça ilgiliyim. İlk anda açık müze kıvamında gelen ancak satılmak üzere sergilenen eşyalara olan biraz ilgim alanda dolaştıkça artıyor. Yalnız her şey çok fazla geliyor gözüme. Her şey kalabalık geliyor. Tezgâhlarda ilkin İngiltere olmak üzere, sonraysa Fransa ve İtalya’ya ait olduğu söylenen farklı boylardaki süt beyazlığındaki kahve fincanları dikkatimi çekiyor. Tasarımlarıyla, desenleriyle, gösterişli duruşlarıyla gözüme pek cazip geliyor fincanlar. Aslında cezbedici olmaları bu saydıklarımla sınırlı değil, hatta bana konuşuyor, bir şeyler anlatıyor gibi de geliyor ipek inceliğindeki porselenler. Gürültülerini ve hatta seslerini duyuyorum. Fincanların evet! Nedense müthiş görünümlerine takılıp kalmaktansa bir zamanlar (o hangi zamanlar) kimlerin evinde, kimler tarafından kullanıldıklarını, üzerlerindeki parmak izlerini, nerelerde durduklarını düşünmek geliyor içimden.
Çok geçmeden, birkaç adım ötede, başka bir tezgâhta, modeliyle ve üzerindeki üç dört rengin öne çıktığı gül motifleriyle ancak bir saraya yakışabileceği hissini veren, doğrusu hafiften gizemli de duran ya da bana öğle görünen fantastik bir fincanla göz göze geliyorum. Olduğum yerden başka bir yerlere gidiyorum durduk yerde. Kendimi elimde bu hoş fincanla kenarları pirinç, süslü mü süslü, gösterişli ve heybetli, bordolu kahveli bir koltuğa oturmuş keyifle kahvemi içerken düşlüyorum. Sorunun, sıkıntının, geçim derdinin pek konu olmadığı bir ülkenin refah bir köşkünde, aydınlık köşesinin kanepesinde acelesi olmadan kahvesini içen, ömür boyu sakin, keyifli, huzurlu zamanlar geçiren insanları çağrıştırıyordu bu fincan. Yanımdan geçen bir beyin çantama çarpmasıyla bir anda kendime gelip o devri kendi talihinin tarihine yollarken, bu fincanın ilk sahibinin kim bilir nerede, kimlerle yaşadığını, kim olabileceğini, öyküsünün nasıl olduğunu ve sonlandığını tasavvur ederken buldum kendimi. Tezgâhın sahibi, ‘‘Buyurun ne isterdiniz, fincanların her biri özeldir,’’ diye seslenince toparlanıp, ‘‘Bakıyordum, çok güzel hepsi de, kolay gelsin,’’ dedim sadece. Diğer bazı tezgâhlarda da birbirine benzeyen ama birbirinden özgün yapıdaki incecik porselenlerin önlerindeki küçük kâğıtlara yazılmış bedellerini görünce, sanırım epey pahalı olmaları ilgiyi artıran tarafı olabilirdi diye tanımladığım halde yine de emin olamadım. Tek kalmış, kullanılmışsa da eskimek bilmemiş ne çok fincan vardı.
Yaşamış, dokunulmuş, kullanılmış, yıkanıp tekrar yerine konmuş ama hiç yaşamamış, dokunulmamış, kullanılmamış ve yıkanıp yerine konmamış gibi yepyeniydiler.
Hakikaten her biri gayet özeldi de.
Sıradaki ilgim müzikle ilgili olanlaraydı. En çok da ardı ardına dizilmiş her biri tanınmış, çok sevilmiş, her dönemde popüler olmuş sanatçıların kırkbeşlik plakları vardı tezgâhların pek çoğunda. Plaklar, kasetler, radyolar, teypler, müzik setleri, pikaplar… Plakların bazılarına bakarken rast geldiğim kimi sanatçıları, unuttuğumu sandığım ama görünce tekrar anımsadığım müzisyenleri, yaşadıkları yıllardaki anılarıyla bu masada tekrar keşfediyorum ama birini dahi satın almıyorum. Fiyatlarını da sormuyorum. Zaten bir şeyler alayım, edineyim diye dolaşmıyorum tezgâhların arasında. Götürüldükleri her yerde, konuldukları kenarda sessizce duran, kullanılmış hatta unutulmuş eski eşyaların değerini anlamak istiyorum belki, yani, bilmiyorum. Eski eşyaların nadir olanı değerli benim için, -belki, yine bilmiyorum. Anlayacağım bu antikalarla, – işte belki. Burada gördüklerimle ya da anımsadıklarımla ilgili hislerimi, bilmiyordum şu an anladım diyebileceğim, eskiyle alakalı eşyalarla birden çok bağım da olabilir.
Kimse kimseyle ilgilenmiyor. Herkes kendi âleminde herkes beklemeyle meşgul.
Beklemek burada bir rastlantı değil, beklemek buraya dair bir şey.
Beklemek ait olduğu yerde.
Ve beklemek aynı zamanda dayanç.
O kadar mutlak ve o kadar mukaddes ki.
Beklemek buradaki topluluğun belleğinde.
Herkes beklemenin kutsallığını özümsemiş. Asilliğini de denebilir. Sabretmenin eş anlamıymış meğer beklemek, yanlış biliyormuşuz eş anlamını, o muteber sözcüğü, -sabrı. Kenarda kıyıda durmuş eşyaların yıllar süren bekleyişlerini içinde özümseyenler topluluğuyla beraberim. Eşyalar dimdik, sapasağlam, eksiksizce duruyor durdukları yerde. Eşyalar beklentisizce bekliyor onlarla ilgilenecek birilerini. Unutulmadıklarını bir nevi biliyorlar, belki. Ya da fazlaca hislendiler bunca zamandır, anlıyorlar şıp diye bir şeyleri. Ne kadar zamandır varlığını sürdürdüklerini izleyenlerine unutturuyorlar. Kendileri de bunu önemseyemiyordur, çünkü bir eşya ancak bir eşyadır, o kadar, daha fazlası olamaz diye kendilerini acımasızca yargılayabiliyorlardır da. Onlara bu pazar meydanındaki kaç kişi sırf eskilerden kalma eşyaymış gözüyle bakıyordur. Oysaki sadece bir eşyadan ibaret olmadıklarını kaç insan derininden hissedebiliyordur. Kullanılıp bir kenara atılmış veya özenle saklanmış binlerce eşyanın buluşturulduğu bir yerde olmak onları ne hale sokuyordur. Antika denilen, sergilenen, satışa sunulan türlü çeşitte eşyayla ne tuhaftır ki bu sabahın yağmurlu ve puslu havasında rastlaşıyoruz.
Antika nedir, neye denir? Eski çağlardan kalma yapıt! Eski çağlardan evet, eskide kalanlardan. Ülkeden, toplumdan, kültürden, gelenekten, adaletten, haksızlıktan, sarsıntıdan, fenalıktan, iyilikten… En gerçeği en canlı kanlısı, tüm çağlarla anılanı. İnsanla olup bitenler, insanla çoğalıp azalanlar. İnsanla kazanılanlar, kaybedilenler. İnsanla yaşatılanlar, insanla ölenler. İnsanla doğan çağlar ve sonlanan çağlar. En gerçeğiyle ve her şeyden öncesi, bütün dönüşümlerin ve bütün devinimlerin en özeli, en yücesi olan insan.
İnsan bu kadar önemli yani. İnsanın olmadığı hiçbir yaşamın, çağın soluğu yok. Kadın ve erkek varsa yaşam var, yaşamak var.
İnsanlar git gide artıyor. Tezgâhların arasındaki koridorlar biraz önceki gibi değil, şimdi kalabalıklaşan saflarda dolaşıyorum. Emaye ve bakır kapları fark edince, takılıp, bir anda duruyorum, tezgâha sokulup kondukları yerlerde kaplara dokunup uzun uzun düşünüyorum. Annemin bunlara benzeyen hatta tıpatıp aynısı kaplarda yaptığı ve hazırladığı yemekler geliyor gözümün önüne hafızamın tozlu kilerinden. Burukça gülümsüyorum, diğerlerine bakıp ne ilginç günlermiş o günler diyorum. Anahtarlıklar, cüzdanlar, tirbuşonlar, bozuk paralar, tablolar, pullar, çerçeveler, küllükler, kapı süsleri, dolap aksesuarları, bardaklar, tabaklar, yastık yorgan takımları… Say say bitmeyecek türden eşyalar. Niye burada oldukları, neden satılmaya sunuldukları bilinmeyen, evinden kopup uzaklaşıp gelen pek çok eşyaya öylece bakıp geçiyorum. Artık hızlıca bakmalıyım diyorum. Hatta bakma, görme bir şeyleri artık da diyorum. Onları görmek iyi gelmiyor, güzel hissettirmiyor, bilakis hüzünleniyorum.
Bir iki tezgâha da hemencecik göz gezdirip buradan çıkıp gitmeliyim diye iç geçiriyorum. Öyle de yapmak istiyorum.
Yaklaşık bir saattir pazardayım. Geldiğimde ilk girdiğim bölüme yakın bir koridordayım, o tarafa yönelip çıkmak istiyorum ama birden bir şey dikkatimi çekiyor. Bir görüntü, bir karaltı, dağınıklık var yine tezgâhta ama bu defa atılıverdikleri gibi, birbirlerine girmiş, saçılmış gitmiş. Saçları kırarmış, ufacık görünümlü, hafiften yaşlı bir kadın bekliyor tezgâhının ardında. Sakin sakin oturuyor. Arada komşusu olduğu anlaşılan, sağında, ayakta duran orta yaşlardaki beyle konuşuyor. Tezgâhının en ucuna, herkesin rahatça görebileceği köşesine dağınık bir şekilde yaydığı çokça fotoğrafla kadın hiç ilgilenmiyor. Yanındakiyle sohbeti uzuyor. Sanırım sohbet edebilmeleri bekledikleri anlara iyi geliyor, işi kolaylaştırıyor. Arada onlara bakıyorum, iyi bari diyorum, ikisinin de benimle ilgilenmemesi ne iyi, işime geliyor. Kararlıca gitmek üzereyken düştüğüm tersi duruma mı, yoksa şimdi burada, çoğunluğu siyah beyaz fotoğrafın bu tezgâhta ne işi olduğunu anlamaya mı çalışayım, yoksa bunca duygusallığımla yüz yüze gelmemin içinden nasıl çıkacağımı mı ayarlayayım, bilemiyorum.
Sağım, solum ve yine her taraf antika eşyalarla dolu. Ah bu fotoğraflar diyorum onlara üzüntüyle bakıp, nerelerden ve nasıl geldiklerini, burada nasıl toplandıklarını anlamaya çalışıyorum. Darmadağın olmuşlar. Birbirlerinin arasına, iç içe girmişler. Kirlenen beyazlığıyla tersi dönmüş çoğunun. Dokunsam bir ikisine diyorum, nedensizce ürperiyorum, öyle bir his ki bu. Nasıl anlatmalıyım, sanki herhangi birine dokunsam o fotoğrafın içindekilere dokunacağım. Ya neden buradalar, nasıl gelmişler buraya, bu antika pazarına, nerde sahipleri, kadrajdakiler, kim bilir kimler kimler bunlar…
Cevabı olmayan ne hazin sorular sorular…
Merakımı affediniz diyemiyorum, bunu kimse gideremez biliyorum, umudum da yok, susup bakakalıyorum öylece fotoğraflara, yine dalıyorum bir süre hatta. Tam orada, önümde yüzlerce eski fotoğrafla. Her biri siyah beyaz, çok azı renkli, kâğıtları oldukça sert, dayanıklı ve kaliteli fotoğraflar. Bazısının kenarı köşesi kıvrık, kimisi bükülmüş ama en çok solmuş olanlar dikkatimi çekiyor. Birinde belli belirsiz kadınlı erkekli birilerinin, diğerinde kumral bir kadınla sarışın bir oğlan çocuğunun görüntüsü, kadının çocuğu olduğunu düşündüğüm bu fotoğraf ise, hem renkli hem soluk kalanlardan. Sonra üç beş fotoğrafın arkasına yazılan notlar, tarihler, dilekler, özlemler…
Toplu çekilenler, tek başına olanlar, iki kişi üç kişi… Bebek fotoğrafları, denizde, tatilde, düğünde, bahçelerde, köylerde çekilenler. Hangi yerde, nasıl yaşadığını, neler görüp geçirdiğini hiç bilemeyeceğim yabancı yabancı insanla dolu her biri. Gerçekte hepsi birbirinden özel. Ama içlerinden biri öyle yakın ki bana. Fotoğrafı görür görmez çarpıldım, küçük bir kızla annesi sanırım, yan yanalar. Öyle benimmiş gibi görünüyor ki. Öyle kendimim ki. Salondaki albümümden kaçıp gelmiş de gizlice sokulmuş buraya.
Soranlar olursa nasıl mı diye.
Fotoğraftayız annemle. Fotoğrafın sağında hafiften mavisi azalan bir deniz. Denizin yakınındayız. Ben üç dört yaşındayım, minicik ve çelimsizim, kıvırcık saçlarım, işaret parmağım ağzımda. Annemin üzerinde şık bir kıyafet. Güzel, alımlı ama bakışlarındaki durgun, üzgün ifade yüzüne yerleşmiş. Giysisiymiş gibi yakışmış suratına yüzünün o buruk ifadesi. Kırmızı desenli şık gömleği, pürüzsüz ütüsüyle krem renkli kumaş pantolonu, kıyafetinin üzerine yakıştığı pürüzsüz vücudu, gözlerinin ve saçlarının nemli parlaklığı, annem su gibi… Hatta dibimizdeki deniz gibi: gençliği, güzelliği, sessizliği…
Elinden tutmuşum, evet evet el ele tutuşmuşuz. Fotoğraf, yetmişli yılları tarif ediyor. Annem gülmüyor ancak yine de yüzü öyle güzel ki. Kıyafeti, duruşu, vücudu, ahengi ve de her şeyiyle yetmişlerin model kadını.
Nerden nereye geçtim böyle.
Hayaller bir gün gerçek olabilir de gerçekler hayal olabilir mi ki.
Yeniden antika pazarında takılıp kaldığım satıcının tezgâhının önündeyim, kim bilir ne zamandır duruyorum. Ne zamandır bu köşeye serilmiş kâğıttan anıları seyrediyorum. Zamanı ölçüp biçecek boyutta değilim. Sisli gözlerimle seyrede seyrede seçtiğim fotoğrafların arasından çekip çıkardığım bir fotoğrafa kendimce koyduğum bir mesafeden dokunmaya kıyamadan bakarken; kendi gerçekliğinden çok uzaklardan, büyük bir metropolün büyükçe semti Bomonti’den, bir zamanlar gerçekken, gerçekten yaşanmış bir andan, artık sırf hayalden de ziyade bir fotoğrafta kalmış bir anne ve kızın şu kıpırtısız anlarına doğru gidebilsem neler olurdu, diyorum. Bu sefer de fosforlu gözlerle görebilsem o zamanı, hatta azıcık bari hissedebilsem onları.
Olur mu?
Olur belki.
Peki deneyeceğim.
Antika pazarından bir fotoğrafa doğru yolculuk…
Çocuk
Güzel anlar gibi hüzünlü
Hüzünlü anlar gibi güzel
Çakıl taşları sanırım, bastığım yerler irili ufaklı taş. Sol yanımda deniz, dalgasız sakin. Suyun sesini duyuyorum, kulağımda şırıl şırıl sevincin sesi, denizin sesi. Bir beldenin ya da şehrin sahili belli ki. Göğü tam göremiyorum, eksik kalmış gibi. Kim bilir belki o gün gök kendini tamamlayamadan gün bitti, yarım bir gökyüzü. Annem yanımda. El eleyiz. Annemi bu kadar genç görmedim gibi geliyor, saçları kısa, yüzü küçük, vücudu incecik. Krem renkli kumaş pantolonun üzerinde, kırmızı desenli gömleği, artist gibi annem. Elimi tutuyor, yanımda duruyor. Benzi solgun, yüzü pek gülmüyor. Ayaklarımız, ellerimiz, kalbimiz, üzerinde durup beklediğimiz taşlar gibi sert değil henüz. Görünen görünmeyen her şey pamuk gibi yumuşak henüz. Bir ayrılık bir özlemek bir beklemek; umut etmek, alışmak, unutmak nedir bilmiyorum. Kader nasıl bir şey, neye benziyor, bilmiyorum. Duygularım sahilde yerli yerince durmayan küçüklü büyüklü düzensiz taşlarla aynı. Duygularım ham. Yerin göğün haberi yok hislerimden. Su daima özgür ve de mutlu sanırım, umut ederek değil de bir kesinlikle imbatı çağırıyor gün doğumlarına. Deniz imbatla birlikte davranıyor, rüzgârı beraber estiriyorlar. Denizin cesur, tutkulu dalgalarının arasına gizleniyor rüzgâr; kulağıma üfürüyor kendini. Rahatla diyor, sineyim içine, içinde yaşa beni. İçime süzülen esrarengiz sese, esintiye inanıyorum. Ta o zamandan beri inanıyorum sanırım apansız gelen sedalara, nağmelere.
Saçım diyorum, kısacık yine. Sağa sola dağılmıyor rüzgârla kısa saçım. Annemin de saçı kısa, onun da dağılmıyor. Alnımda dalgalı kâkülüm. Onun saçları göz değecek kadar güzel. Gür, bakımlı, parlak, siyah… Dedem kestirtmezmiş annemin saçını çocukken. Yıllar geçip büyüyünce annem, biraz uçlarından kestirse, dedem anlar, niye kestirdin saçını diyerek darılır, birkaç gün kızıyla konuşmazmış.
Manzara eşsiz fakat görünenler konuşmuyor, hatta görünmeyenlerle dahi, hep birlikte suskunuz. Belki susmayı seçiyoruz, bir olasılık da bu olabilir. Annemle yan yanayız. Sanki hep yan yanayız, hiç ayrılmamışız. Kıpırdamadan, sabit gözlerle karşıya, birine bakıyoruz. Bize bakan birine. Kim bilir o sırada başımızın üstünden üç beş martı geçiyor uysal sesler çıkararak, belki birbirine âşık iki beyaz güvercin de uçuyor mavinin arzulu doruğunda. Kim bilir belki bir bahar akşamı rastladım size çalıyor yakındaki balık lokantasının birinde. Bahar akşamındayızdır belki, kim bilir. Tanındık tanınmadık duygularla, simalarla rastlaşıyoruz. Tahayyül etmeyi öğrenmemişimdir mutlaka, gördüğüm yaşadığım anlar canım kadar gerçek, şimdi anı olarak baksam da. Sessizliğin usu, sözcükleri inkâr edecek kadar aldatıcı. Ne kadar fluyuz diyorum ve ne kadar buğuluyuz. Ne kadar gözyaşlarından bihaberiz, ne kadar da aşka yakınız. Güneş ne kadar sinsi o gün ve ne kadar güne doğmamış gibi. Anlatmamış olacağı biteceği. Anlatamamış ya da. Var gibi yok gibi gün, eskimemiş yeşil bir tepenin ardından gölgesiyle görünmüş gibi. Bu belirsizliğin ayrıntısı da ne kadar cezbedici geliyor şimdi. Bu çağdan bakınca, bu yıldan, bu yaşımdan… Şimdi hislerim de gün ve güneş gibi deliriyor, sinsileşiyorum onlar gibi adeta, buharlaşıp kendime siniyorum, gölgemden gidemiyorum, kıskıvrak kendimle karşılaşıyorum; bu hazırlıksız anda, bu acayip akşamda, bir eski fotoğrafta.
Elbisem üstümde büyük duruyor, biraz bol mu ne! Hem de kısacık. Öyle de çelimsizim, inceyim, sanırım dört yaşındayım. Karşımdaki kişiye pek anlamlı bakmışım. Aşkı seziyorum, öyle bir bakış. Kime bakmışım demem, fikrim yok diyemem, büyük ihtimalle babama bakıyorum, emin olmasam dahi. O zamanlardaki kendimi babamın anlattıklarından biliyorum. Dediği gibi kibarım, pek güzelim, konuşkan ve girişkenim. Başka birilerinin hemen dikkatini çekerim, sevmek isterlerse çekinmeden kendimi sevdiririm. Çocukluğumun anılarını saati gününe not tutmuş adeta babam, yazdıklarını okuyor gibiyim. Deftere yazılmadan okunan, aklımda kalan sözcüklerle konuşan cümleler… Çocukken yaptığım, ettiğim, huyum, suyum… Anlattıkları gibi kıpırdak mıyım, fazla mı konuşuyor şımarıyorum, hiçbirini anlayamıyorum. Bakıyorum bir süre kendime. Her yerimi incelemeye duruyorum. En ince ayrıntıya kadar. Mini elbisemin altında görünen çırpı bacaklarım, küçük suratımla ne kadar uyumlu. Diyorum ki bu minyatür, bu uslu kız çocuğu ben miyim? Şehir efsanesine dönen hareketliliğim nerede? Şaşkınca kendimi kendimle kıyaslıyorum. Ayaklarımın duruşunu, kırmızı pabuçlarımı, pabucun kenarından görünen dantelli beyaz çorabımı, şık görünümümü… Bütünüyle her şeyimi, esaslı öykümün nerede başlayacağını, nerede başladığını ya da, merak ediyorum ama yalnızca gördüğümle kalıyorum, birisi dahi belleğimde değil. Ne kendimi, ne giysimi, ne sahili, ne gökyüzünü ne niye orada olduğumuzu anımsamıyorum. O günü yaşamamışım adeta, tuhaf! Böyle yaşamamışım gibi olan kaç gün, kaç ay, kaç yıl eder hesap etsem bunca yaşanmışlığın üstüne. Hele ki kuşlar, hiçbirini görmemiş, seslerini duymamışım gibi. Duygularım nasıldı, acaba duygum var mıydı ki. Daha da inceliyorum, büyütemeden hiçbirini, net olanlarını seçebildiğim taşları, denize yakın kayaları. Yalnızca incelemek değil bu yaptığım sanki. Sanki kalbim bildiğimi sandığım bir şeyleri tanımak istiyor, etrafımdakileri hissetmeyi istiyor, değişik bir hal beliriyor sezgimde. Göğsüm kabarıyor. Kalbim hızlı hızlı çarpıyor, oraya gidebilsem diyorum, o ana, dağılmadan gidebilsem. Küçücük bir an olsun, yetecek bu bana. Sahildeki su damlalarına basabilsem. O çocuğu, annesiyle buluşturabilsem, bu defa çok gülseler, ellerini bırakmadan sarılsalar birbirlerine… Konuşmaktan çeneleri ağrısa, konuşmaktan susmayı unutsalar. Birlikte oldukları anlar tatlılaşsa ve oldukları gibi birlikte kalsalar yılların nasıl geçtiğini anlamadan. Deniz ve gök hep o günkü maviliğiyle. Baharlar, rüyalar, hayaller eskimeden, hiçbirimizi eskitmeden kalsa… Sevginin peşine düşmeden aynı şarkıyı aynı mekândan defalarca dinlesek.
Annem pek gülmüyor. Nedenini bilmediğim bu hüzünlü gözleri. Sözcükleri azsa, cümleleri israf etmek istemiyorsa belki, ama neden ki diyorum, bunu da kendim uyduruyorum, bir şey sormayın derim, sorarsanız açıklayamam, çünkü buna benzer pek çok sorum var, sorgulamalarım var. Tanımıyorum annemi. Tanıyamadım da pek. Hayat müsaade etmedi mi desem. Ya da kendi mi böyle istedi. Belleğinde çoğalan sözler hep nasihat üzerineydi. Cümleler ve sözcükler birkaç konu başlığından öteye gitmezdi. Bunu annem çok müthiş becerirdi. Ama şimdi bunları düşünmek değil, düşünerek üzülmek değil, ben o anı yaşamak istiyorum. Tıpkı o günkü gibi, o hangi mevsimdeysek, o hangi kıyıdaysak, o hangi çakıl taşlarının üzerindeysek, hep birlikte bir daha öylece sevgiyle, öylece özlemeksizin yıllarca durmak istiyorum.
Gök eksikti. Öyle olsun, gök biraz eksik olsun, biz de eksiğiz. Hani kardeşim hani babam. Alışkınız buna, hep eksiğiz biraz. Hep aşksızız. Aşksızlığa da alışığız. Çocukluğum yarım. Tıpkı o günkü gibi, ayrılmanın ne olduğunu bilmeksizin, özlemin hırçınca geldiğinde gitmeyi bilmediğini hiç öğrenmeksizin, arı duru sevgiyi, sırf o günü, bizi istiyorum. Güvenmeyi, inanmayı, durulmayı, sebepsizce katıla katıla gülmeyi istiyorum.
O gün benim hakkım, o anlar benim. Yaşadığım benim. Yaşamadığım benim.
Bu sisli fotoğraftan sızan bilmezlerimleyim.
Konuşmayı unutan, bu konuşmayan fotoğraf, ah…
Pazardan çıkabildim. Antikalardan uzaktayım nihayet, gidiyorum!
Nermin Ayduran
edebiyathaber.net (18 Nisan 2023)