“Neyin en iyi olduğunu kim söyleyebilir? İşte sırf bu nedenle, mutlu olma şansı nerede karşınıza çıkarsa çıksın, başkalarını hiç umursamadan yakalayın onu. Zamanla anladım ki böyle bir şans hayatta iki, üç defadan çok çalmıyor kapımızı ve eğer onu elimizden kaçırırsak ömür boyu pişmanlığa mahkûm oluyoruz.”
II. Dünya Savaşı’nın yaralarını sarmaya çalışan Japonya’nın Kyoto şehrinde bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Bir Budist rahibin oğlu olan baba ile Osakalı bir tüccarın kızı olan genç anne, 1949 yılında doğan oğullarına Haruki adını koyarlar.
Haruki, Tokyo’daki Waseda Üniversitesi’nde drama okurken eşi Yoko ile tanışır. Batı müziğine ve edebiyatına yakın ilgi duyan genç adam, üniversite eğitimini tamamlayınca karısıyla birlikte yedi yıl boyunca Tokyo’da bir caz kulübü işletir. İşte tam o yıllarda, yirmi dokuz yaşında bir stadyumda tek başına beyzbol maçı izlerken içinde aniden bir roman yazma arzusu uyanır, maç bittiğinde evine gider ve hemen yazmaya başlar. “Kaze no uta okike” (1987’da “Hear the Wind Sing” adıyla İngilizce basıldı) 1979 yılında Japonya’da yayınlandıktan sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
“Güzel bir hikâye okurken, durmadan okumaya devam edersiniz, ben de iyi bir hikâyeyi yazmaya başladığımda, durmaksızın yazmaya devam ediyorum.”
Üçüncü romanı “Hitsuji o meguru boken – A Wild Sheep Chase – Yaban Koyununun İzinde” (1982) yayınlandığında henüz Japon okurların bile yeterince tanımadığı bir yazardır.
Romanda, küçük bir reklam ajansı sahibi olan kendi halindeki genç adam çoktandır görmediği bir dostundan bir tebrik kartı alır. Bir süre sonra da gizemli bir haberci onu fantastik bir kurgunun derinliklerinde karmaşık ve uzun bir yolculuğa çıkartacak bir teklifle gelir. Genç reklamcının kendisine önerilen görevi yerine getirmek isterken koyun kılığına dönüşmüş bir insanla tanışması, Murakami’nin gelecekte ne tür romanlar yazacağının da bir habercisidir.
Üç yıl sonra yazar, dördüncü romanı “Sekai no owarı ta hadaborrudo wanderando – Hard Boiled Wonderland and the End of the World – Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu” (1985) ile yeniden Japon okurların karşısına dikilir.
Bu iki eseri okuyanlar, kimonolu kadınları, işlerine bağlı Japon erkekleri, onları evlerinde bekleyen eşleri ve baskın gelenekleriyle tanınan Japonya’nın dışında, beat müzik meraklısı, sıra dışı bir hayat sürme peşinde genç erkeklerle, Stanford ya da Berkeley kampuslarını andıran ortamlarda özgürce cinselliğini yaşayan genç kızlarla karşılaşır satırlarda. Sanki roman kahramanlarının adları dışında, bilinen Japonya’dan eser yoktur anlatılanların hiçbir yerinde.
Fantastik kurgularla, Dali’nin çılgın eserlerini çağrıştıran absürd sahnelerle okurları şaşırtan bu iki eser, genç Japonların yangında ilk kurtarılacaklar listesinde yerini çoktan almıştır. Gelenekçi akımın sadık takipçileri ise Murakami’yi görmezden gelmeye, ciddiye almamaya yeminlidir.
“Yalnızca başkalarının okuduğu kitapları okursanız, ancak onlar kadar düşünebilirsiniz.”
Aynı zamanda bir Kurt Vonnegut Jr. hayranı olan Murakami, bu boğucu ortamdan yorulunca 1986 yılında Vonnegut gibi New York’a yerleşir. Princeton ve Tufts Üniversitelerinde ders de veren yazarın Japoncaya çevirdiği çok sayıda eserin yanı sıra, üç adet öykü kitabı, iki adet araştırması, tamamı İngilizceye ve farklı dillere, altısı Türkçeye çevrilmiş on iki romanı bulunmaktadır.
Amerika’da kaleme aldığı ilk eseri yine üniversite kampuslarında geçen fantastik bir aşk hikâyesidir. Hamburg’a vardığında kulağında yankılanan bir Beatles şarkısı otuz yedi yaşındaki Taru’yu alıp özlem duyduğu o gençlik yıllarına, 1968’lerin Tokyo’suna geri götürür. 1987 yılında yayınlanan “Noruwei no mori – Norwegian Wood – İmkânsızın Şarkısı”, Salinger’in “Çavdar Tarlasındaki Çocuklar” adlı romanı gibi dramatik bir etki bırakır Japon gençleri üzerinde. Kısa sürede üç milyondan fazla satar kendi ülkesinde. Bu başarı onu ülkesindeki gelenekçilerin gözünde daha beter hedef haline getirirken, farklı ülkelerde tam tersi olur ve bir anda okurların ilgi odağına yerleşir.
“Dance, dance, dance” (1988) ve “Kokkyo nominami, taiyo no niski – South of the Border, West of the Sun” (1992) adlı romanların ardından II. Dünya Savaşı’nı ve Japon ordusunun Çin’in Mançurya steplerindeki katliamlarını konu alan “Nejimaki dori kuronikuru – Wind Up Bird Chronicle – Zemberekkuşu’nun Güncesi” (1995), yazarın Japon meslektaşları tarafından tümüyle dışlanması için gerekli son darbeyi de indirmiştir. Aslında babası da o savaşın bir parçasıydı. Zihninde taşıdığı binlerce kutudan birini, en büyüklerinden birini, savaşın çekmecesini açmıştır artık.
Romanın ilk sayfasında, kendi halinde, tek başına yaşayan 30 yaşlarında bir adam evinin mutfağında spagetti yaparken aniden bir telefon çalar… Murakami, meraklı bir okur gibi, bir sonraki sahneyi bilmeden o satırları nasıl yazdığını anlatır bir söyleşisinde. ‘Neler olacağını ben de bilmiyordum ama artık o savaş günlerini görmezden gelme şansımın kalmadığının da farkındaydım, bir ucundan başladım, bir planım olmadan’ diye devam eder, büyük bir alçak gönüllükle.
Japonya’dayken o baskıcı ortamdan kaçmak için fantastik masallar üreten yazar, Amerika’da yaşarken geride bıraktığı ülkesine olan bağlılığını daha güçlü hissetmeye başlamıştır. 1995 Kobe depreminin ardından içinden bir ses artık vaktin geldiğini söyler. Murakami eşi Yoko ile birlikte, doğduğu topraklara geri döner, Tokyo’ya birkaç yüz kilometre mesafede küçük bir yerleşim biriminde, Osio’da ikinci evlerini kurarlar.
Yine 1995 yılında, sapık bir fanatik grubun sabahın köründe işe giden sıradan insanları Tokyo metrosunda zehirli bir gazla katletmesi Murakami’yi derinden etkiler. O olayların ardından, sağ kalan 62 yaralıyla uzun süren teke tek görüşmeler yapar. On yıl önce sıradanlığını küçümsediği bu insanları farklı yönleriyle tanımaya başlamıştır artık. Birbirinin tıpkısı gibi görünen, muhtemelen haftanın altı günü büyük bir Japon firmasında hiç yakınmadan arı gibi çalışan bu insanların da birer özel dünyası olduğunu keşfeder. Murakami, onlara daha önce hiç olmadığı kadar saygı duymaya başladığını hisseder ve daha sonra Amerikalıların da 11 Eylül baskınıyla özdeşleştirecekleri bu anılar, “Andaguraundo – Underground” adıyla 1998 yılında Japonya’da yayınlanır.
“Yazarlar da peygamberler gibi bazen kendi ülkelerinde yabancı durumuna düşerler. Murakami işte öyle bir yazar.”
Murakami, Japonya’ya geri döndükten bir süre sonra Osio’daki evi dışında Tokyo’nın mutena bir semtindeki küçük bir daireyi de çalışma mekânı olarak kullanmaya başlar. Tipik bir gününde sabahın çok erken saatlerinde kalkıp bilgisayarının başına geçer. Dört-beş saatlik bir mesaiyi on kilometrelik bir koşu takip eder. Aynı zamanda iyi bir maraton koşucusu olan Murakami bir keresinde Hokkaido adasındaki 100 kilometrelik Saroma Gölü ultra-maratonuna da katılmıştı. Amerika’daki son yıllarında Boston maratonunda dört saatin altına düşememekten yakınan yazara göre sağlıklı bir bünye iyi bir üretim için gereklidir. Bu nedenle de geceleri içkiyi epeyce kaçıran, bol bol tütün tüketen meslektaşlarıyla ortak noktaları olmadığını açıkça söylemekten kaçınmaz. Akşamüstü saatleri ise hobi olarak nitelendirdiği çevirmenlik işine adanmıştır.
“Suputniku no koibito – Sputnik Sweetheart” (1999) adlı romanından sonra yeni bir projeye girişir. Altı ay boyunca her gün beş saat yazdım dediği yeni romanı “Umibe no Kafuka – Kafka on the Shore – Sahilde Kafka” (2002) ününü iyice pekiştirecektir. Amerikalı ünlü yazar ve eleştirmen John Updike’ın “sayfalarını çevirmeden duramayacaksınız” dediği eser yine gerilimle cinselliğin, mizah ve karmaşık kurguların birlikte dans ettiği bir Murakami serüveni olarak nitelenebilir.
“Arzu ettiğiniz şey her neyse, sizin sandığınız gibi gerçekleşmeyecektir.”
Bireysel özgürlüğüne eskiden olduğu gibi birinci önceliği verse de, artık kendi ülkesinin insanlarına karşı daha toleranslı, sıradan insanların sıradan önceliklerine daha saygılı bir Murakami yaşar Tokyo’da. Yine de varlığını kabullenmek istemediği tipler, eserlerinde ortaya çıkmaya devam eder. Bunlardan biri de “Zemberek Kuşu’nun Güncesi” ndeki ana karakter Toru’nun kayınbiraderi, havalı görüntüsünün altında hiçbir insani değer taşımayan Noboru’dur. Pek çok insanın sempatisini kazanmış bu medyatik adam romanda akademisyen kişiliği ile ortaya çıkıp zaman içinde bir politikacıya dönüşür. Murakami bir söyleşisinde, ‘sürekli TV ekranlarına çıkıp her konuda oturaklı laflar etmeye bayılan, gerçek yaşama, doğrulara, insanlığa en ufak bir saygı duymayan sığ insanlar’ olarak tanımladığı bu tür karakterlere, hiç istemese de, hayatın bir gerçeği olarak kurgularında yer vermek zorunda kaldığını anlatmıştır.
“Neyi hayal ederlerse etsinler, ne kadar zorlanırlarsa zorlansınlar, insanlar olduklarından farklı bir kimseye dönüşemez. Hepsi bu.”
Murakami’nin 2007 yılında yayınlanan “Afuta Doku – After Dark” adlı eserini bir başka başyapıt takip etti. Adını George Orwell’in ünlü romanı 1984’den alan “Ichi kyu hachi you – 1Q84” çıktığı ilk ay içinde bir milyondan fazla sattı.
Yıllar geçtikçe, ülkesinde daha geniş kesimler tarafından kabul gören, tüm dünyada ödüller kazanan, el üstünde tutulan ünlü bir yazar konumuna yerleşir Murakami. Romanlarında eskiden olduğu gibi hâlâ fantezilere yer verse de, bir boşlukta gezinen, mutsuz, münzevi ruhlu karakterler yerine, artık bir amaç uğruna mücadele eden kişilikler yaratmayı tercih etmektedir.
Hiç durmadan yazma, daha çok yazma tutkusu romanlarında bazen hayli uzun ve yorucu tasvirlere yol açsa da, bir tercih yapmam gerektiğinde daima öncelik vereceğim bir sanatçıdır Haruki Murakami.
Hep merak etmişimdir, Murakami toplumdan soyutlanmış aykırı bir yazar portresi çizerken, topluma karşı sorumluluk hisseden bir yazar olmaya, yeni roman karakterleri ile okurlarına farklı rol modelleri sunmaya hangi yıllarda karar verdi acaba? Ve neden?