Bazı romanlar ilk cümleleri, ilk paragraflarıyla sizi neyle karşılaşacağınızı bilmediğiniz bir hikâyenin içine çeker. Bir duygu bu, bir hissiyat, bir tür doğru yerdeyim ya da doğru yolda yürüyorum düşüncesi hatta. Bir tırnağın, kütük gibi simsiyah bir tırnağın anlatımıyla başlayan bir roman mesela; katı, kırılmaz, kemikleşmiş bir yapının içine gireceğimize dair bir ön hazırlık, bir insanın katı veya katılaşmış kişiliğinin verdiği ağır duygu geçişlerini ya da bir coğrafyaya dair katılaşmış gerçekleri okuyacağınız hissiyatının gelip içinize yerleşmesi. Evet, bir tırnağın tasviri ile başlayan bir hikâye yapabilir tüm bunları.
“Baş parmağında kütük gibi simsiyah bir tırnak. Parmağını neredeyse kesen bir yaranın izlerini taşıyor. Şu tırnak nedense bana tuhaf gelmiyor. Kısaltmamı istiyor benden. Fakat en büyük tırnak makası bile onu kesecek güçte değil. Her defasında başını sallayıp şöyle diyor:
“Tamam. Boşver —bu kez bıçağı dene.”
Jokha Alharti’nin Timaş Yayınları tarafından yayımlanan Turunç Ağacı romanından bahsedeceğim. İnsana dair çokça özlem, çokça yaşanmışlık ile yaşanamamış mutluluklarla çokça pişmanlığın hâkim olduğu bu roman sadece romanın baş karakteri Zuhur’un değil, nesillerden nesillere el veren tüm Arap kadınlarının ve dahi Arap erkeklerin hikâyesi. Hafıza ve hesaplaşmaya dair olan romanda erkeklere dair anlatılanların hiç tahmin etmediğimiz bir yerden yazıldığını da hemen belirtmek isterim.
Turunç Ağacı’nda Ummanlı bir ailenin birkaç nesle yayılan hikâyesini ailenin en genç üyesi Zuhur’un anlatımıyla okuyoruz baştan sona. Zuhur öğrenimine İngiltere’de devam eden genç bir kadın öğrenci. Dünyanın çeşitli coğrafyalarından yüksek öğrenimlerini gerçekleştirmek üzere İngiltere’ye gelen öğrencilerin olduğu bir yurtta kalan Zuhur, hayatı ve aile ilişkileri adına ciddi bir sorgulama dönemi yaşamaktadır.
Her zaman büyükannesi olarak gördüğü Amir’in kızının kendisinin ülkeden ayrılmasından hemen sonra vefat etmesiyle birlikte Zuhur’un yaşadığı pişmanlıklar artık gözle görülür hale gelmiştir. Babaannesiyle neden yeteri kadar ilgilenmemiştir, neden ona geçmişle ilgili daha çok soru sormamıştır, neden o geçmişe dair herhangi bir şeyi anlatmaya başladığında onu can kulağı ile dinlememiştir, daha da önemlisi her birimiz için önemsiz bir ayrıntı olan tırnaklar, bu vücudumuzun dışarı doğru uzayan kemiksi yapısı babaannesinin vücudunda neden böyle bir hal almıştır? Kendini tanımak, kendini bulmak isteyen Zuhur için elzem sorular haline gelmiştir bunlar fakat, babaannesi artık yoktur.
“Siyah tırnağı uzamaya bırakmaktansa bir şeyler yapabilirdim. “Görmezden gelmek” diye bir deyim de olmayabilirdi ama neticede var. Sağlıklı bir tırnak gibi büyüyor, serpiliyor. Tırmalıyor ve iz bırakıyor. Dün Pakistanlı arkadaşımın doğum gününde oje sürdüğüm tırnağım gibi. “Görmezden gelmek” deyimi, tırnaklarımı kısaltmaksızın ve hatta oje sürmeksizin uzayıp duruyor. Karlı bir gecede, uzun geceliğimin içinde boğuluyorum. Pişmanlık duygusundan, görmezden gelmekten, aldırmazlıktan, aldırmıyor gibi görünmekten boğuluyorum.”
Gerçek bir pişmanlık duygusunun ardından yeşeren samimi bir iç dökme bu. Sonuçta iyice körleşmiş, körleşerek kök salmış ve kesilmesi imkânsız hale gelmiş bir tırnak hikâyenin nasıl bir parçası olabilir ve hikâyeyi nereye götürebilir? Şunu hemen belirtmek gerekir: Tırnak burada hikâyeye atılmış bir çentik, bir metafor veya hikâyeyi geliştirmek adına yardımcı bir unsur olarak kullanılmış bir çağrışım aracı değil. Amir’in kızının, aslında bu köklenememiş olan kadının tırnağından yola çıkarak katmanlanan hikâyesinin önemli bir parçası.
Anadan öksüz, babası evden kovmuş, ağabeyini yitirmiş, çocukluğu kasvet içinde geçmiş olan babaanne Amir’in Kızı yanlış bir ot tedavisiyle tek gözü kör büyümüştür. Çok isteyip sahip olamadığı bir tarla hayali, hiçbir zaman var olmayan arkadaşları, hiç doğmayan çocuğu, ölmüş bir dostundan ona kalan torunları vardır. O torunların en genç temsilcisi Zuhur İngiltere’de zamanının çoğunu geçirdiği yurttaki odasında babaannesinin yoksunluklarla dolu hayatını düşünürken yurtta onunla birlikte kalan diğer Arap kadınlarının hayatlarına da şahitlik etmektedir.
“Seksen yıl, belki daha fazla yaşasa da büyükannemin kendine ait küçük bir tarlası bile olmadı. Orayı ekip biçemedi. Şu yeryüzünde hiçbir şeyi olmadan göçüp gitti. Bağ bahçe işine yatkın biriydi. Evimizin avlusundaki limon ve turunç ağaçlarını o dikmişti. En çok turunç ağacını severdi. Diktiği hiçbir ağaç kurumadı, onlarla hep ilgilendi. Fakat o ev, o avlu, o ağaçlar bize aitti. O sadece bizimle yaşayan biriydi. Gerçekte biz onun torunları değildik. Ona layık torunlar olmayı da başaramadık.”
Jokha Alharti birkaç nesil önce yaşanan kader zamanlarını yeni nesille bir umut hikâyesine dönüştürüyor. Bu noktada Zuhur’un İngiltere’de yüksek öğrenimlerini yapan Pakistan’lı arkadaşı Sürur ve ablasıyla da tanışıyoruz. Sürur ve ablasının yaşadıkları ise bize Arap kadınlarının önceki nesillerden aldıkları yüklerle Avrupa’nın göbeğinde asimile olmadan yaşama uğraşılarını ve modern hayatın getirdiği çatışmaları tüm çıplaklığıyla anlatıyor.
Turunç Ağacı kurgusundaki tematik ögelerle de konuşulması gereken bir roman. Arap kültürünün kadim, mistik öğeleri, Arap dilini ve kültürünü oluşturan aşıkların şiirleri, deyimleri ve mesellerinin roman boyunca ara yerlere çok güzel serpiştirilmesiyle romanın bütünlüğüne önemli bir katkı sağlıyor. Dilimize çevirisi yapılan birçok kadim eserden aşina olduğumuz şiirler, deyimler bunlar. Yeri gelmişken romanı Arapça aslından çeviren Süleyman Şahin’e Turunç Ağacı’nı akıcı okumamızı sağlayan çevirisi için teşekkür ederim.
Time ve New Yorker tarafından 2022’nin En İyi Kitabı listesinde yerini alan Turunç Ağacı, Arap dünyasına, kültürüne, coğrafyasına dair, Ortadoğu’da cereyan eden siyasi yapılanmaya, sosyolojik oluşumlara ve hepsinden de öte nesiller boyu kadınların var olma mücadelelerine dair son derece gerçekçi bir hikâye anlatıyor bizlere.
edebiyathaber.net (21 Nisan 2023)