“Başka Dillerin Şarkısı”, Karin Karakaşlı’nın on iki yıl önce yayımlanan ilk öykü kitabı. Ödül sahibi bu kitap, yazarın gençliğinin yürek sesi, büyüme hikâyesi… Karakaşlı için aşk gibi, mucize gibi bir anlam ifade eden ve buram buram şiir kokan bu öyküler, uzun bir aradan sonra bir kez daha okurun karşısına çıktı. Karin Karakaşlı’yla yeni baskısının ardından “Başka Dillerin Şarkısı”nı konuştuk…
Yaşar Nabi Nayır Ödülü’ne layık görülen ve ilk kez 1999’da yayımlanan ilk öykü kitabınız, on iki yıl aradan sonra okurla yeniden buluştu. Bugün nasıl bir anlam ifade ediyor bu kitap sizin için?
Yazar için her kitabın yeri elbette ayrı ama bahsi geçen ilk kitapsa, orada gerçek bir büyü olur hep. O sürece dair resimler hâlâ gözümün önünde. Sevgili Enver Ercan’ın Varlık dergisinde genç yetenekleri teşvik eden Yaşar Nabi Nayır Ödülü, bana o dönemde öykülerimi artık bir bütün kitap halinde kendi maceralarına doğru salıverme cesaretini verdi. Onları ilk kez dünyaya saldım, serbest bıraktım. Kapak resmini, rengini elimle seçtim. Onu elime aldığım gün Harbiye’den Elmadağ’a doğru yürürken ayaklarımın altında sanki görünmez yaylar vardı. Her bir adımda yerden yükseliyor, yavaşça yere konuyordum. O duyguyu hiç unutmadım. Aşk gibiydi, mucizeydi ve benimdi. Bu kitabın benim için taşıyacağı önemi, değeri bilen Enver Ercan da bilge ve muzip bir çınar gibi yanımdaydı. “Başka Dillerin Şarkısı”, aslında bir büyüme hikâyesidir. Sorularına edebiyatla yanıt arayan, hayatın sonsuz olasılıklarını edebiyatta sınayan genç bir insanın yürek sesidir. Dile ve kurguya emek verirken, aslında kendime ait olan yazının, ancak başkaları için bir şeyler ifade edebilecek biçime büründüğünde, benden bağımsızlaştığında edebiyata dönüşeceğini ilk kez bu denli açık bir şekilde hissetmiştim. Sonra yazı beni değişik rotalara sürükledi. Farklı uğraşlar ve yeni kitaplar geldikçe “Başka Dillerin Şarkısı”, albümdeki hafif bulanık çocukluk dönemi fotoğraflarına döndü. Bir ilk kitapla on iki yıl sonra karşılaşmak, bağınızın hiç kopmadığı ama yollarınızın ayrı düştüğü bir ilkokul arkadaşınızla buluşmaya benziyor. Kitabımın bu yeni baskısını inanın bir cana kavuşma duygusuyla yaşadım. Bu açıdan da Doğan Kitap’a kocaman bir teşekkür borçluyum.
Öyküler iki bölüme ayrılmış; 1991-1995 yıllarında yazılanlar “Büyüyünce Ne Olacaksın” başlığını taşırken, 1996-1998 yıllarında yazılanlar “Çok Az Pek Fazla” başlığıyla yer alıyor kitapta. Öykülerin bu iki başlık altında sınıflandırılma nedeni nedir?
İlk dönem öykülerim, üniversite yıllarıma denk gelen ve adından da anlaşılacağı üzere, büyüme kavramıyla uğraşan bir dönemin ürünü oldu.
“Bir şey olmak” baskısını en çok üzerimizde hissettiğimiz, kararlara zorlandığımız bu toy zamanda varlığın bundan çok daha geniş anlamlar taşıyabileceğini algılamıştım. Kimi gün derslerden daha fazlasını çay ocağında sohbet ederken ya da toprağa uzanmış, bir ağacın dallarından gökyüzüne bakarken öğrenirdim. Birey olmanın, kendi kalmanın bu kadar sekteye uğratıldığı bu dönemde, aynada gördüğüm genç kadını tanımaya çalışmak çetin bir sınavdı. Elbette insanın kendini bilme çabası bir ömür sürüyor ama galiba ilk gençlik dönemi, bu arayışın, kimi kez kayboluşun başlangıcı olması açısından hayli belirleyici. İlk bölüm öykülerim işte bütün bu dönemin sesleri, sözleri, kokuları ve görüntüleriyle doludur.
“Çok Az Pek Fazla” bölümündeki öyküleri yazarken ise Agos gazetesinde çalışmaya başlamıştım. Burası bana işyeri değil okul oldu. Lise ve üniversite döneminde farklı dillere yönelen rotamı biraz da Ermeniceye çevirmemi, kimliğin parçalarını bütünleştirmemi, ülkemi ve dünyayı analitik bakışla iç ve dış göz olarak görmemi sağladı. Agos’tayken hayatın tam ortasında olduğumu hissederdim. Okulların korunaklılığından, kısıtlı çevrelerin sterilliğinden uzak bu damardan varoluş bana çok şey kattı. Bambaşka insanlar ve hayatlar gördüm. Kendimle uğraşmak değil, onlar aracılığıyla kendimi bulmak daha önemli hale geldi. Bütün bu yoğun ve çelişik duygular da o dönüşüm zamanına denk gelen öykülerimde ifadesini buldu.
Bu öykülerde aslında bir şiir tadı, bir şiir kokusu duyumsuyor insan. Her öykü, bazı şiir dizelerinden alıntılarla başlıyor ve şiir özlü öyküler okuyoruz. Karin Karakaşlı’nın ve bu öykülerin şiirle olan bağından bahseder misiniz?
Şiir benim için hep baş tacı oldu. Şairleri de ayrı bir kavim olarak gördüm. Onların kırık birkaç dizede koca dünyaları kurma ve yıkma gücü büyüledi beni. Bir de şiirin, söze ezgi katan, sözü sese yakın kılan, müziğe selam eden yanını çok sevdim. Kimi zaman hani uyuşur ya insan, eli ayağı tutmaz olur, işte beni öyle zamanlarda bile bir tek şiir bırakmaz. Hemen bir şiir kitabını elime alır ve onun had bildiren, hayat kutsayan tılsımlı gücüne teslim olurum. Ortak bir şiirde yakalanan benzer duyarlıklar, çoğu kez bir insanı tanımanın en kestirme yoludur; çünkü şiirin yalanı olmaz. Şiirin çağrıştırdıklarıyla dünyalar kurulur. Göndermeleri, metaforları zaman mekân dinlemez, insana kültürün gerçekten de bitimsiz, anonim ve ortak bir okyanus olduğunu öğretir. Kimi zaman bir şiirin içinde boğulacak gibi oluruz, kimi zaman da ayağımızın altında zemin buluruz onunla. Ben de o ilk yılların ürkekliğini, bana hep yoldaş olmuş şairlerimle dindirmek istedim. Öykülerin başına alıntıladığım dizeler bana kimi zaman ilham, kimi zaman da onay oldu. Şiiri uğur yaptım kendime. Şiir, düzyazıda edebiyat dilimi oluştururken o kıvamlı, ritimli tınıyı aramak adına da bana yol gösterdi. Okuyanlar bir yerden sonra öyküyü yüksek sesle söylemeye başlasınlar, kendi seslerini duysunlar istedim. Çünkü insan en çok da kendi sesinden duyduklarını unutmuyor.
“Ses’in Ötesi” başlıklı öyküde şu cümleler geçiyor: “Doğduğum yere her dönüşümde bir şeyleri değişmiş buluyorum. Bazen hiçbir yere ait değilmişim gibi hissediyorum.” Kendini yersiz yurtsuz hissetmek… Bir yazar olarak bu hissiyatın size kattıkları ve sizden götürdükleri üzerine neler söyleyebilirsiniz?
Dürüst olmak gerekirse, daha kolay ve aidiyetli bir hayat istediğim zamanlar oldu. Ama insan bir kez ayağının altından zeminin kaydığını hissetmişse, artık o duygunun varlığını inkâr edemiyor. Zaten eğer dünyayı edebiyatın içinden yaşamayı seçmişseniz, düzenle bir zorunuz var demektir. Sistemle uyumlu insan neden yazıyla paralel bir hakikat yaratmanın arayışına girsin? Edebiyat özü itibarıyla muhaliftir, başka bir esas olduğunu hisseder; hayatın yaşanmayan, yaşatılmayan olasılıklarının, üzeri örtülen gerçeklerin, kaybedilen masumiyetin peşine düşer. Dolayısıyla o sürgünlük halini artık bir nimet gibi görüyorum. Gözümüzün önündeki tülleri kaldırıyor, kalabalıklı yalnızlıkların içinden ses vermeyi sağlıyor. İçinde herkesi anlayabilir, insan denen varlığın zaaf ve kudretini kabullenebilir hale geliyorsun. Dahası kendin denen o şaşılası benlikle yüzleşiyorsun yersiz yurtsuzluğunda. Öte yandan zaman ve mekân duygusuna bağımlı olmamak, henüz hiç tanımadığın insanların bir gün canın olabileceğini bilmeni sağlıyor. Enlem ve boylamlarını geniş tutuyorsun böylelikle, kadere hak ettiği payı veriyorsun. Görmediğin öyle yerler var ki, oralarda köklü anıların olacak, bağ kuracaksın, başka şehirleri yuvan bileceksin. Sonra yeniden ve yeniden içinde ve dışında yollara düşeceksin. Cesaretimi kaybeder gibi olduğumda, kendime ruhu hep sürgün olan yazar ve şairleri yoldaş kılıyorum. Birlikte yine yola çıkıyoruz, nereye varacağımızı bilmeden gidiyoruz. Hayata güvenmeyi öğreniyorum.
“Vardığım” başlıklı öyküde “Gittiğim yerlerde suskunluğumun dilini yadsımadım çünkü dilim, varlığımı belirliyordu” diyor anlatıcı ses. Farklı dillerde düşünen, yazan, eğitim veren biri olarak dilin varlığı belirlemesi, anadilden uzak kalmak ya da ondan uzakta söz söylemek zorunda kalmak üzerine konuşsak biraz da…
Dil, ifade demek, varlığımızın teyidi… Bizi biricik kılan, birey yapan öz. İstanbul’u nasıl sadece bir şehir olarak yaşamıyorsam, dili de sadece bir iletişim aracı olarak görmem. Ermenice, Türkçe, Almanca ve İngilizce kendi içlerinde mandalalar misali bambaşka hayatlar açarlar önümde. Hayatı dile göre duyar insan. Her şey her dilde aynı yaşanmıyor. Bütün bunları bana öğrettikleri için bütün dillerime minnet duyuyorum, beni kendi içimde katmerlendirdiler. Ermeniceye gelince… Bu toprakların en güzel, en eski dillerinden biri. Onun hepimiz için daha kullanılan, ulaşılır, paylaşılır bir dil olmasını dilerdim. Oysa bu haliyle sınır kapalı bir komşu ülkenin ve bir zamanlar Anadolu halkıyken şimdi İstanbul’da bir topluluk olarak ifadesini bulan Türkiye Ermenilerinin dili. Hayat Türkçe akarken, Ermeni sözcüğü de her gün nice olumsuz, önyargılı ifadeyi sırtlarken bu dille yaşamak, onu hayatın parçası kılmak özel çaba gerektiriyor. Ben bunu atalarıma bir borç görerek yerine getiriyorum. Madem bana Ermenice ve Türkçe verildi, bu iki dili de birbirinin hayrına kullanmak ve mesafeleri kısaltmak, eli ele ulaştırmak boynumun borcu.
Başka dillerin şarkılarını duyabilmenin ve anlayabilmenin yolu nereden geçiyor?
Edebiyatın, yazarın hayal gücünün yansıtması dışında, tanıklık ettiği ya da yeniden kurguladığı halleriyle gayrıresmi tarih olma işlevi de var. Özellikle de bizim gibi tarihle hesaplaşması bitmemiş coğrafyalarda, edebiyatın bu işlevi daha da önemli bir hal alıyor. Edebiyat; bütün kavimleri, dinleri, dilleri insan olma gerçeğinin sadeliği karşısında hizalandırır. Bu gerçeği hatırlamaya ihtiyaç duyduğumuz dönemlerden geçiyoruz. Kim bilir kaçıncı kuşak, yine o aynı düşmanlık dolu ifadelerle bezeli ders kitaplarının tornasından geçiyor. Yine birbirinin kültürünü tanımak, ancak tesadüflere kalıyor. Bırakın geçmişi, bugünümüz inkâr üzerine kurulu. Hrant Dink cinayeti sonrası yaşanan süreç bunun ibretlik tablosudur. Cinayette payı olanlara zaman aşımı, tetiği çekene örgüt üyeliğinden muafiyet lâyık gören düzen, en çok da her bir birimiyle kendisinin bu cinayette yer aldığını ifşa ediyor. Ermeni ve Kürt Sorunu halen en büyük tabularımız. Üstelik görece demokratik bir ortam yanılsaması içindeki bu durum, birbirine tezat nice gelişmenin aynı anda yaşanmasına ve bütün duyuların sersemlemesine yol açıyor.
Oysa hayatın yalana tahammülü yok ve bütün acılar, muhatabıyla paylaşılmak üzere sırasını bekliyor. Hapishaneler dolup taşarken, ses kısılırken umutlu olmak güç. Ama umut hepimize lazım, öbür türlü devam edemeyiz. Dolayısıyla umudu verilen değil, içimizde inadına üretilen bir yaşam pınarı olarak göreceğiz. Barışın silahların susmasından ibaret olmadığı, tarihi acıların pazarlıklarla, siyasi manevralarla dindirilemeyeceği tecrübeyle sabit. Aslında bütün hata kotalarımızı doldurmuş durumdayız. Çocukların ömürlerinden çalmaya hakkımız yok. Kendimize de sokaklarda ferahça oturmayı ve şarkılarımızı keyifle söylemeyi borçluyuz. O şarkılar hepimizin ve bize geçmişimizden miras. Onları paylaşmadıkça, mirasımıza hak ettiği vakarla sahip çıkamadıkça ülkeyi memleket kılamayız. Ve çok yazık ederiz. Çünkü hep birlikte inanılmaz güzeliz.
Elif Şahin Hamidi
Kaynak: Remzi Kitabevi Kitap Gazetesi