Bekir Amcan bu odada sekiz sene kaldı.”
Yarısı yanmış binanın, daha az hasarlı tarafında olan bir odayı gösteriyordu gözleri. Eğilip, gri perde inmiş gözlere, daha bir yakın durdum. İçim titrer gibi oldu, temassız varlığından.
“Bu ağaçlar yine böyle, odaya erişiyor muydu?”
“Tabii ya, Sanatoryum bu ağaçların yüzü suyu hürmetine yapıldı buraya. Bu orman, hastaların artık nefes alamayan ciğerleri gibiydi.”
Çamların kesif ferahlığı, isli terk edilmişliğini kapatsa da, geçmişinde bütün bu odaları dolduran hastaların tamamlanamayan hayatlarının gerçeğini gizleyemiyordu. Ürperdim. Beyaz boyası kalmamış tahta bank, Sevan Usta’nın parlatılmaktan aşınmış ayakkabıları ve sarı benizli yapraklar bu terk edilmişliği duyan hislerimize hizmet ediyorlardı. Oysaki ada, her gün vapur dolusu insanlarla bir doluyor, bir boşalıyordu. Sevan Usta adayı hiç terketmeyenlerdendi. Konya’da yaptığı askerlik dışında da yer görmüşlüğü yoktu. Doğuştan adalıydı, babam gibi, dedem gibi. Bir ben katılamamıştım onların müebbet huzurlarına, kimbilir belki de sürgün edilmiştim.
Benim fark etmeden tükettiğim nefes, Sevan Usta’nın sayılır hale gelmiş kesik ve sık soluklarına eşlik ediyordu.
“Araksi, huzuru bulmuş muydu giderken? ”
O kısa solukları biran kesilir gibi oldu. “ Araksi, hiçbir zaman neden ben diye sormadı. Musibet mikrop ciğerlerinde yer ettiğinde onaltısındaydı, sormadı. Ah o çok sevdiği fatherı öldüğünde onsekiz idi sormadı. Yüreğine ateş düştüğünde yirmisini bulmamıştı sormadı. Ölürken sadece ince bir nefes bıraktı, kendinden geriye.”
Odaya bakan bakışlarını yere indirmişti. Başını, nafile geçmiş zaman için iki yana sallar gibi oldu. Herkesin bildiğini bir ben bilmiyormuşum gibi baştan başladı anlatmaya.
“Dedenin kardeşine vermişti gönlünü. Yaman çocuktu, Bekir. Elleri iğne danteli gibi işlerdi ahşabı. O dönemler, ülke İkinci Dünya Savaşına katılan ülkelerden daha zarar görmüş. Açlık, fakirlik… Verem şimdinin gribi gibi yayılıyor yer yana. İmkânı olan adaya geliyor şifa için, olmayan kaderine terkediliyor bir köşede. O zamanın başhekimi Zeki Bey, hastalara moral olsun niyetine elişleri tezgâhları açtı. Maharetli ustalarla dolup taştı sanatoryum. İşte büyük amcan o ustaların en cengâveriydi. Ben de ustanın sıska çırağı. Araksi, işte o gördüğün pencereden gözlerdi onun yolunu.
“Ailesi gelir miydi, Araksi’yi ziyarete? ”
“Haberleri var mıydı diye sormak istersin sen bana?”
Güldüm. “ Yani….”
“Olmaz mı? Cadaloz bir Arap bacısı vardı kızın, kuş uçurtmazdı.”
“Nasıl anlaştılar peki, yani hiç konuşmadan, görüşmeden.”
Sevan Usta hadi bil bakalım der gibi yüzüme baktı. İlk defa gülümsediğini görüyordum.
“Haber alma işlerinden ben sorumluydum.
Belli ki anlatacakları güzel yerlere varmıştı, yüzündeki en derin kırışıklıklar bile gevşer gibi koyuvermişlerdi kendilerini, öyle dingin, öyle huzurlu.
“Gül kokulu mektuplar yazardı Araksi. Ucunu da benim yakmam için verirdi. Utanır bakmazdım yazdıklarına, ama okumuşum kadar yakardı avuç içlerimi. Bekir Ağabey de benim yolumu gözlerdi, sanırsın bekleyip de gördüğü ben değil, bahar gözlü Araksi. O da bana verirdi emanetini. Gül gibi katlardı mektuplarını. Ahşabı gül eden, onun hamurundan mı edemeyecek? Meğersem gülün kat yerlerine şifre yazarmış ustam, olur da mektup bacının eline geçiverirse diye. El ayak çekildiğinde, şu gördüğün Çay Limanına bakan köşede buluşurlardı. Buluşurlardı buluşmasına ama ertesi gün daha büyük bir ıstırabı görürdün yüzlerinde.”
“Kavuşamayacaklarını bildiklerinden mi?”
“Tabii ya, kızın ailesi, kuzgunlarını hepten kaybederiz endişesiyle olanları daha bir görmezden geliyordu, ama sizinkiler öğrendiğinde sanırsın adada deprem oldu. Dedenden çok baban karşı geldi. Bütün Heybeliada aşıkların durumundan çok, babanın davranışına içerledi. Sinirler o kadar gerilmişti, laf o kadar yürümüştü ki, baban bir ikindi vakti, Bekir’in Araksi için yaptığı, geceler boyu ince ince oyulgadığı sandığını, adanın meydanında ateşe verdi. Alaz alaz yanar iken kaide ortada, aşıklara derman veremeyen bu eller sarıldı yangına. Tuttu denize attı sandığı. Mübadelenin ardından sakinliğe bürünmüş adada hiç olmayacak rüzgarları estirdi. Kardeş kardeşe bir kere daha küstü.”
Gözlerim Sevan’ın yangın yarası avuç içlerinde asılı kalmıştı. Aldığım nefes kocaman, hıçkırıkla vücudumdan geri tepti. O an Sevan Ustanın yaptığı şey karşısında sadece şaşırıp kaldığımı hissettim. Hesapsız ilişkiler, çıkarsız vermeler hiç bilmediğim ve yitip gitmiş erdemlerdi. Gözümden tek kocaman bir damla olarak akan yaşın yüzümde, yarı uzamış sakallarımın üzerindeki tümseklere aldırmadan, aşağılara doğru küçülerek akışına yol verdim. Sessizliği, Sevan’ın cebinden çıkardığı, gül şeklinde katlanmış ufak bir kağıt parçasının hışırtısı bozdu.
“Sandığı denizden çıkardığım vakit, yarısı yanmıştı. Şu gördüğün sanatoryum gibi. Aşk ile vurulmuş her bir çekiç darbesinde matemin zifti dolmuştu. İki gün sonra, Araksi’nin ölüm haberi düştü bu sefer, yangın alevi gibi meydana. İşte Bekir’in sekiz sene kaldığı, Araksi’nin odasına aynı sene geldi. Ölünceye kadar sadece sevdiği kadının ruhuyla konuştu, kimi zaman ağaçların dallarında tecelli etti Araksi’nin ruhu, kimi zaman bir kuşun kanadında. Ben de dahil, kimseye söyleyecek sözü kalmamıştı. Mühürledi hepimize ağzını tam sekiz yıl.”
Heyecanlanmıştı yaşlı adam. Soluğu tam kesiliverecekmiş gibi olurken, içinden bir güç devam ettiriyordu anlatmaya. Elindeki kağıt güle son vedasını yapıp, bana uzattı. Bir süre ne yapacağımı bilemeden elimde tuttum sonra gayri ihtiyari bir hareketle katlanan yerlerinden açtım kağıdı. Araksi’ye yazılmış son mektuptu. Dönüp Sevan Usta’ya baktım minnetle. Katlama yerlerindeki kelimeler, beni yerimden kaldırıp, siyahı matemli bir elbise gibi üzerine giymiş binanın, çam dallarına komşu odasına yöneltti. Arkama döndüğümde, Sevan Ustanın gözyaşları içerisinde elini kaldırdığını gördüm. Yanık avuçlarıyla geçmişe uğurluyordu beni.
Tekrar baktım sonradan birleştirerek okuduğum yazıya. Güneyden kuzeye beşinci rabıta yazıyordu. Saydım, güvenemedim tekrar saydım. Beşinci rabıta diğerlerinden daha gevşek duruyordu. Kalemin ucuyla var gücümle yerinden oynatarak çıkardım yer kaplamasını. Öylece duruyordu, Bekir Amcamın koyduğu gibi. Ellerimle tuttuğum ahşap sandığın küçültülmüş bir modeliydi sanki. Okşadım her kıvrımını kutunun.
Sandığın içinden Araksi’ye ait tek bir resim çıktı. Başının üzerinde büklüm büklümdü topuzu. Bakışları, gitmek isteyip de gidemediği, görmek isteyip de göremediği bir hasrete bakar gibi umutsuzdu. Genç kadının yüzüne daha bir dikkatlice bakınca kanımın donduğunu hissettim. Bir önceki gün vapurda, gözlerimi gözlerinden kurtaramadığım kıza nasıl da benziyordu. İçimi dalga dalga bir sevinç kapladı. Kendimi tamamlanamayan bir hayatın emanetçisi gibi hissettim. Camları kırılmış pencereden, az evvel Sevan Ustayla oturduğumuz banka baktım. Kimseler yoktu. Merdivenlerden aşağıya inerken, sanatoryumun yanmasına sebep dedemi ve yıllardır sakladığı emaneti bana teslim eden Sevan Ustayı düşündüm. Sustum.