Gerçek şu ki: İnsanımıza, yazarımıza, şairimize karşı önyargılıyız. Büyük bir çoğunluğumuz böyle. Araştırmadan, öğrenmeden, yarım yamalak bilgilerle mahkûm etmek ve elimizden geldiğince de bire bin katarak onun hakkında dedikodu yapmak bize özgü bir şey. Yanlış doğruları gerçek kabul ediyoruz ve aslını astarını öğrenmek istemiyoruz. Bu yüzden de sürekli bir karşı duruş ve düşmanlık sergiliyoruz. Bu hiç doğru değil.
Şükrü Erbaş’ı önceleri yazdıklarından, şiirlerinden yani, daha çok da YARIN dergisinde yayımlanan şiirlerinden, yazılarından tanırdım. İmrendiğim şiirleri de oldu. Daha sonra Edebiyatçılar Derneği sekreterliği ve başkanlığı yaptığında da şahsen tanıdım. Göründüğü gibi, içten, samimi ve dürüst… Burnunun direğini sızlatmayan konularda başkaları gibi kalem oynatan biri değil. Hele kendine has sesiyle şiirini seslendirmesi onun özgün ve belirgin bir özelliği. Bazen, onun imrendiğim şiirlerini okuduğumda kendi kendime, sesini anımsarım ve sesli okumaktan vazgeçerim. Aklıma, o bu şiiri nasıl okurdu acaba sorusu gelir. Şiiri yazmak, başka şiiri yaşamak ve solumak bambaşka bir şey… Diyebilirim ki Şükrü Erbaş’ın atmosferinde hava şiir konularıyla dolu ve o hep onu soluyor. Şiir yaşamak şaire özgü bir durum…
İzmir’e sık sık uğrayan şairlerden biri Şükrü Erbaş. Dostları, okurları, arkadaşları var. Onlarla buluşur. Onlarla şiiri konuşur. Ve ilk defa şiir konuşuyor, yazıyor gibi bir heyecan ve istekle yeni şiirlerinden, çalışmalarından söz eder. Sesi de fena değildir. Türküler de bilir ülkesinin bozlaklarını, baraklarını ve yöresinin ezgilerini. Keyfi yerindeyse dostlarına açar türkü pınarını ve kana kana türkü içmelerini sağlar. Ama gönlü daha çok şiir pınarını açmaktan yanadır. Zaten has şairin başka ne isteği olabilir ki. Şiirleri bir pınarın oluğundan şırıl şırıl akan su gibi sözcük sözcük, dize dize dökülür dudağından. Çok iyi bilir ki sanatçı, hele de şair, yaşadığı toplumun temel sorunlarını ve insan gerçeğini çok iyi tanımak, çözümlemek ve ona göre tavır takınmak durumundadır. Bu yüzden sanatın ve şiirin diliyle sergiler, dillendirir şiirlerini. Bakarsınız ki şiirlerinin çoğunda fazlalık, sözcük enflasyonu, dili zorlayan bir yapı yoktur. Usta işidir şiirleri. Şükrü Erbaş, yaşantının açıklanmış hâlini şiirle göstermeye çalışır okuruna. Sığlıktan ve kolaycılıktan yana değildir. Politik duruşun kesinlikle estetik düzeyle perçinlenmesini ve örtüşmesini ister. Kendisi de bundan yanadır. İşte yıllar önce İzmir’de görüştüğümde, bir fuar etkinliğinde, ya da Afyon’dayken köylüler üstüne şiiriyle ilgili haberler, açıklamalar, yorumlar, yazılar okumuştum gazetelerde, dergilerde. Televizyonlar, radyolarda haber etmişlerdi. Oysa ‘köylüleri öldürmekten’ kastı da köylü insanı değil de olumsuz davranışları içeren köylülüğü öldürmekti yani. Bir de kendisinden öğrenmek istedim olup biteni. Ayaküstü, çünkü fazla zamanı yoktu dostun, bana:
“Aslında yirmi yılımı aralarında geçirdiğim ve hâlen de sorunlarıyla özdeşleşip dertleştiğim, acılarını acılarım bildiğim, durumlarının şeklen değil öz olarak değişmesi gerektiğini söylediğim ve savunduğum köylüleri öldürmekten değil, köylülükten nasıl kurtarabiliriz düşüncesiyle yazdım o şiiri. İlk kez BİLİM ve SANAT dergisinde yayımlandı. Ocak 1989’da. Kimsenin dikkatini çekmedi. 1992’de ise “Kimliksiz Değişim” isimli kitabımda yer aldı. Nasıl olmuşsa Melih Âşık bunun kimi bölümlerini, çünkü çok uzun bir şiir, Milliyet gazetesinin “Arka Pencere” isimli köşesinde yayımlamış. 1994 yılı şubatının son günü. Derken Cumhurbaşkanı’nın dikkatini çekmiş. Danışmanlarını göndermiş. Adı geçen kitabımı buldurmuş. Okumuş olmalı ki. Melih Âşık’a bir eleştiri-mektup göndermiş. 2 Mart 1994 günü “Demirel’in Şiir Eleştirisi” başlığı ile bu mektup yayımlandı. Bir bakıma gündem olan bu şiirim, haftalık Dikili Postası gazetesinde 15 Ağustos 1995 günü yayımlanınca şimşekleri üstüne çekti. Sonradan öğrendik ki olayın arkasında bir partinin taraf edinme kaygıları yattığı için popülizm yapılmış. 24 Ağustos 1995 günü de Hürriyet gazetesi birinci sayfadan “Köylüleri Kızdıran Şiir” başlığıyla haber olarak verdi. Aynı gün İzmir’de yayımlanan Yeni Asır’da “Ortalığı Karıştıran Şiir” başlığı ile haber yaptı. Televizyonların, radyoların, gazetecilerin bombardımanına uğradım” dedi.
O şiiri öğretmenlik yaptığım köyün kahvesindeki köylülere okudum. Gülüştüler. Ortak düşünce, köylüleri iyi gözlemlemiş, kendisi de köylü herhalde, oldu. Şair, gözlemlediği olaylardan, kişilerden, yaşanmışlıklardan şiirini oluştururken işin içine yalnızca duygusunu ve işçiliğini katar. Yalnızca şiirini en etkili biçimde nasıl yazabilirim kaygısını ve sancısını taşır yüreğinde, bilincinde. Ve o şiire gelince ki başlangıcını ve sonunu paylaşacağım nehir şiir olduğundan:
Köylüleri niçin öldürmeliyiz?
Çünkü onlar ağırkanlı adamlardır
Değişen bir dünyaya karşı/Kerpiç duvarlar gibi katı
Çakırdikenleri gibi susuz/Kayıtsızca direnerek yaşarlar
Aptal, kaba ve kurnazdırlar.
İnanarak ve kolayca yalan söylerler.
Paralı olsa da/Yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır
Her şeyi hafife alır ve herkese söverler.
Yağmuru, rüzgârı ve güneşi
Bir gün olsun ekinleri akıllarına gelmeden
Düşünmezler…/ Ve birbirlerinin sınırlarını sürerek
Topraklarını büyütmeye çalışırlar.
(…)
Ve sonra şaşarak temizliğine ve düzenine
Şehirde yaşamanın iyiliğinden konuşurlar.
Köylüleri niçin öldürmeliyiz?
Çünkü onlar ilk akşamdan uyurlar.
Yarı gecelerde yıldızlara bakarak
Başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur
Gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa
Ve yaz güneşleri ekinlerini yitirirse severler.
Hayat güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe
Bu verimi yüksek bir tohum bile olsa
Sonuçlarını görmeden inanmazlar.
Dünyanın gelişimine bir katkıları yoktur.
Mülk düşkünüdürler amansız derecede
Bir ülkenin geleceği
Küçücük topraklarının ipoteği altındadır…
Ve birer kaya parçası gibi dururlar/Su geçirmeden
Zamanın derin ırmakları önünde…
KÖYLÜLERİ, / SÖYLEYİN NASIL NASIL KURTARALIM?..
(Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?)
Şükrü Erbaş, şiirin imgesini, örgüsünü, sesini, ritmini, susuşlarını, vurgusunu, iletisini ve sözcükleri seçerek azaltmasını, duygu ile düşünceyi en uygun biçimde düzenlemesini işçiliğin nasıl olması gerektiğini iyi biliyor. Bu yüzden de şiirini ustalıkla örüyor. Karşılık da görüyor. Bu gerçek şair olan her sanatçının hakkı… Alman şairi Goethe, şair aynı zamanda başkalarının duyup hissettiklerini de anlatan kişidir diyor. Gerçek payı çok bunun. Şükrü Erbaş, Genelev Mektupları isimli uzun şiirinin 12. bölümünde her ne kadar –
Ürkek adımlarıyla uğrun usul/Gelip sıralı sırasız
Karanlık kıyılarımda duran çocuk
Örseli duyarlığımdan kalın örtüleri
-Kaba örtüleri, kara örtüleri-
Kaldıran çocuk… kaldıran çocuk
Herkesin gerçeği kendine biricik
Bir beni söyletip de böyle kısacık
Bu yağma yürek, bu talan sevgi/Bu ucuz ten pazarını
Yazdığını sanan çocuk/Herkesin gerçeği acı
Herkesin acısı kendine biricik
(Genelev Mektuplar’ından)
-dese de anlarız ki o işini bilen bir şair olmanın sonuçlarını gösteriyor bize. Kaldı ki yaşamışlıklarını ve gözlemlediklerini de aynı duyarlılıkla şiire dâhil edebiliyor. Aslında bir şairin kim olduğunun en gerçek karşılığı, yani yanıtı yaptıkları ve yazdıklarıdır. Bundandır ki şair başka öz yaşamlar gereksinmez. Çünkü öz yaşamı yeniden anlatabilmenin güçlükleri var. Ne denli yazılırsa yazılsın bir öz yaşam kesinlikle boşluklar bırakır. Bu boşlukları kendimize göre dolduramayız. Yaşam bir nehir gibi, yeryüzüne çıktığı andan itibaren yatağını derinleştirerek akıyor. Oturup onu yeniden akıtamazsınız. Yaşanmış yaşanmıştır. İşte ülkemizin yatağını derinleştirip denizlere akan nehirleri gibi, Şükrü Erbaş da dünyanın, insanlığın yani edebiyat/şiir denizine, tıpkı bu nehirler gibi yatağını derinleştirerek doğru bildiği yolda akıyor. Yozgat’ta doğmuş 1953’te. İlk ve ortaöğrenimini bu kentte yapmış. Gazi Eğitim Enstitüsü Sosyal Bilgiler Bölümünü bitirmiş. (1978) 1972’den itibaren TMO’de memurluk ve yöneticilik yapmış. 1998’de emekli olmuş. İlk şiiri 1978 yılında Varlık dergisinde yayımlanmış.
Daha sonra da şiirleri, yazıları, Türkiye Yazıları, Dönemeç, Yeni Düşün, Gösteri, Oluşum, Bir Yeni Biçem, Yaban, yazı kurulu üyesi olduğu Yarın, Damar (Onu Ankara’ya gittiğim zamanlarda derginin bürosunda da görürdüm ve şiir üzerine de konuşurduk) gibi dergilerde yayımlanmış. Şiir kitapları: Küçük Acılar, Aykırı Yaşamak, Yolculuk, Kimliksiz Değişim, Bütün Mevsimler Güz, Dicle Üstü Ay Bulanık, Kül Uzun Sürer, Derin Kesik, Üç Nokta Beş Harf, Yalnızlık Heceleri, İyimser ve Kederli… Deneme ve deneme-şiir kitapları da İnsanın Acısını İnsan Anlar, Gülün Sesi Gül kokar, Bir Gün Ölümden Önce, Sarkacın Kalbi. Şimdilerde şiir ve düz yazıları yirmi beş kitaba ulaşmıştır.
Söyledim ya yazdıklarının karşılığını da görüyor diye. Bu yalnızca okur düzeyinde değil ödüller de kanıtlıyor bunu. Yolculuk ile 1987’de Ceyhun Atuf Kansu, Dicle Üstü Ay Bulanık ile 1996’da Orhon Murat Arıburnu, 2002’de Ahmet Arif Şiir Ödülü, 2004’te Homeros Emek Ödülü, 2005’te Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Şiir Ödülü, 2013’te 17. Altın Portakal Şiir Ödülü, 2015’te Dağlarca Şiir Ödülü ve 2018’de Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü aldı. Tabii hakkında soruşturmalar da açıldı. Ama o bunları atlattı ve şiir denen dilberin peşinden şiirin Romeo’su olarak şiir sevdasına kucak açtı.
Onun bir şiirinden birkaç dize ile veda etmek isterim.
Al götür ne varsa gelirken getirdiğin
Yarama bastığın tuz, gözümdeki meneviş
Ağzımda esen serinlik, göğsüme akan ırmak
Beni kuyulardan alıp sokaklara salan
Ucunda yedi renkli çıngıraklar sallanan
Yaşama sevinci denilen o zincir
Boğazıma oturdu darala darala
Al götür, al götür, ağır bağışını
Beni dünyalar dolu yalnızlığım ışıtır…
(Ağır Bağış/Dicle Üstü Ay Bulanık’tan)
edebiyathaber.net (3 Mayıs 2023)