Dizüstü bilgisayarı ve dosyalar…Çantası, içinde tomar tomar kağıtlar,…
“Ne kadar pasaklıyım,” diye kızdı kendi kendine…Uçları kıvrılmış, tiftiklenmiş, üzerine çay, kahve dökülmüş, sigara külü düşürülüp ortası yanmış kağıtlar… Tasdikli bilançolar, gelir tabloları, ayrıntılı mizanlar, faaliyet Raporları, hazirun cetvelleri…
Her gün evden bankaya, bankadan eve taşıyıp durduğu bütün bu ıvır zıvırla dolu çantası, bilgisayarı elinde, topuklu ayakkabılarının üzerinde güçlükle dengede durarak koşturuyordu…
Ya yetişemezse, servisi kaçırırsa?.. Rezilliğe bak!…
Bu her gün, ama her gün böyleydi. Bıkmış, usanmıştı. “Bu hayatsa, içine ederim ben böyle hayatın”; son zamanlarda sık sık, sakız gibi ağzında gevelemeye başlamıştı bu lafı.
Bankada geç saatlere kadar çalıştığı yetmiyormuş gibi eve de taşıyordu dosyaları; işten eve, evden işe…İşte, evde, serviste; uygun olan, olmayan her ortamda çalışan “seyyar iş ünitesi” adını takmıştı kendisine.
Sabahın geç saatlerine kadar süren uykusuz gece çalışmaları. Bol çay, kahve ve tabii ki çoklukla caz müziği, bazen de romantik popüler şarkılar eşliğinde yapılan ömür törpüleyen didiklemeler; rasyolar, analizler, istihbarat raporları… Çalışıyordu da ne oluyordu, çok mu para kazanıyordu, terfi mi ediyordu? Senelerce böyle çalışmanın getirisi “bir arpa boyu yol” ; artı sıkıntıdan çokca içilen sigaranın sararttığı parmaklar, dişler, sırtında kambur, bozulan feri kaçmış gözler ve nerdeyse yitirilmiş bir adet Abidin.
Destansı bir aşkla başlayan evliliği çöktü, çöküyordu. Abidin’i, biricik aşkını, sevgilisini, kocacığını yitiriyordu muydu ne?!
Her sabah servisle kağıtların dünyasına yapılan yolculuk…Ne pahasına?..
Yine koşturuyor. Yerler buz tutmuş, yürümekte zorlanıyor; incecik çorapları bacaklarını soğuktan korumuyor, dizkapaklarından kasıklarına kadar işleyen soğuk. Ve ıslaklık hissi… Yine mi o lanet aylık olağan kirlilik günleri?!
***
Bir gün yine serviste Yeşim’in yanına oturmuştu. Şubenin iç yönetmeni…Durmadan konuşuyordu.”Bak hayatım,” dedi, “Canını sıkma, ama sana söylemek zorundayım.”
Banka personelinin servislerinde yapılan bildik dedikodulardan; batık kredilerden, şube zararlarından, kimin haksız yere ne kadar jestiyon aldığından farklıydı bu söyledikleri:
“ Şule…Abidin Bey’in sekreteri…Biliyorsun benim eltilerle aynı apartmanda oturuyor, onlardan duydum.”
Servisin penceresinden yan şeritten havalı kornasına basarak bir kamyonun hızla geldiğini gördü. Servis şoförü de görmüştü. Görmemek mümkün mü? Kamyonun kornası içerdeki müziği, konuşmaları bastırdı.
“Şule, Abidin Bey’den çocuk aldırmış.”
Kamyondan kurtulmak isteyen servis şoförü direksiyonu sağa kırdı, kontrolünü kaybetti. Araba bariyerlere sürtünerek bir süre gitti,.. ancak durabildi. Servis minibüsünün içindeki herkesin yüzü bembeyaz kesilmişti. Öylece kalakaldılar.
“Duyamadım seni hayatım,” demişti Yeşim’e.
Şaşkınlıklarını attıktan sonra servisten indiler.
Abidin bunu yapmış olabilir miydi?
Sabahın erken saatinde akan araç kalabalığına boş gözlerle baktı.
Abidin’in çocuk istediğini biliyordu. Ama her şeyin sırası vardı. Birlikte bir karar vermişlerdi: Çocuk yapmak için acele etmeyeceklerdi, önlerinde yaşanması gereken uzunca bir hayat ve henüz başında oldukları meslek yaşamları vardı.-“Kariyer” hedefleri!?.. Ertelenen her şey gibi çocuk yapmak da ertelenmişti.
***
Sabah erken; henüz elindeki çek karşılıksız çıkınca bankonun önünde kalakalan adamlar, havale talimatları, vadeli hesap sahipleri gelmemişler. Hamiline yazılmış çek sahipleri, beklemeden sıranın önüne geçmek için ricacı olan ihtiyarlar, hamile kadınlar yok.
Hamile kadınlar?!
Yıllar geçmiş, sonuçta “çocuk da yapamamıştı, kariyer de.” Yaşama hükmedeceğini zannederken, gün gelmiş yaşamın hükmetmesine boyun eğmişti. Aşksa hüzünle anımsanan bir şeydi artık.
Şule,…müşteri ziyaretlerinden artakalan ender zamanlarda Abidin’in şirketine uğradığında ne kadar nazik ve güler yüzlüydü ona karşı…Demek ki o zaman bütün bu nezaket ve güler yüz iyi bir oyunculuk ürünüydü…Yazık!..
Kocasının ve kendisinin geç saatlere kadar uzayan çalışma saatleri, evde çalışmaya devam etmek, Abidin’in son zamanlarda iyice sıklaşan ve süreleri giderek uzayan iş seyahatleri derken birbirlerini ara sıra gören, ancak koridorda selamlaşan iki yabancıya dönmüşlerdi. Birlikte tatile çıkmak bile hayal olmuştu.
Akşamları belki Abidin’in erken geleceği tutar, birlikte sofraya otururlar ümidiyle yemek yaparken, farkında olmadan diline takılan şarkı :
“ Dediler ki zamanla hep azalırmış sevgiler. Olsun, bana seninle geçen yıllarım yeter…”; ne komik bir avunma; pörsümüş aşkının tesellisi…
İlk tanışıp arkadaşlık etmeye başladıkları yıllarda ve hatta evliliklerinin ilk yıllarında mutlu anlarında Nazım’ın o çok sevdiği şiirinin dizeleriyle takılırdı biricik aşkına;
“Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?”
O da istiyordu artık çocuk yapmayı… Bir çocukları olsa belki de soğuyan ilişkilerini düzeltmek olasıydı.
Ama ne demişti o uğursuz doktor!..
Yuttuğu o lanet hapları çoktan bırakmıştı, ama buna rağmen malum aylık olağan kirlilik günleri eksik olmuyordu. Birinci ay, ikinci ay ve daha sonraki aylarda…
Merak ayları başlamış ve doktora gitmişti. “Çocuğunuzun olması mümkün değil,” mi demişti?
Riyakarlığını gizleyemeyen bir sırıtışı vardı bu doktorun; nedense güvenemiyordu ona. Bu adam ancak Şule’ye kürtaj yapan jinekolog olabilirdi.
Peki ya gerçekten o, olabilir mi? Neden olmasın, olabilir de; çok yakışır.
Başka birine mi gitmeli? Yoksa jinekologu bırakıp psikologa mı gitmeli?
***
Elindeki bütün dosyaları yere fırlattı; bilançolar, faaliyet raporları, hazirun cetvelleri, rasyolar havada uçuştu. Boşuna mı içmişti bunca yıl, onca doğum kontrol hapını! Bu haplara verdiği parayla bir araba alınırdı, servislerde sürünmekten kurtulurdu.
Abidin, her zamanki gibi, ruhunu soymadan girmişti yatağa. Sırtını dönmüş, horuldayarak uyuyan kocasına haykırmak düşüncesi geçti aklından;
“Ben mutluluğun resmini yapamadım Abidin!”
***
Gecenin sabaha kavuşacağı saatlerde, uykusunun arasında, kalçalarında, kasıklarında dolaşan bir el; iri, kıllı bir el…Bedeninin ücralarında, teninde gezinen bir günlük sakallı yüz…Sonra onu uyandırmamaya özen göstererek, usulca üzerine abanan, kıllı elin, sakallı yüzün sahibinin iri, kıllı gövdesi…
Uykunun kıyılarında görülen tatlı bir rüya gibi…
***
Sabah; iri kıllı elin sahibinin traş olurken aynadan yansıyan, sanki sana dün gece gördüğün tatlı rüya yeter, diyen somurtkan suratı…
Kapıdan çıkarken adet yerini bulsun diye yanaklarına kondurduğu hoşçakal öpücüğü…
Arkasından bakakalıyor. İkiyi birledikleri anları, göğsünde kayboluşunu özlüyor. Bir çocukları olsa farklı mı olurdu? Eskisi gibi olabilir mi her şey? Birazcık ümit…
Biz bu aşkı ayrılsak da mı saklasak, sarımsaklasak da mı saklasak?
***
Rüyalar birbirine karışıyor. Gerçek ne, hangisi rüya?
Doktorun muayenehanesinin olduğu apartman dairesinin zilini çalmak için uzun süre düşünmüştü. Geri mi dönseydi? Geri dönüp de bir psikologa mı gitseydi? Yoksa her şeyden vazgeçip deniz kenarına inip martılarla, kedilerle mi yarenlik etseydi?
Yine gözlüklü, sürekli gülümseyen hemşire açmıştı kapıyı:
“Buyrun doktor bey içeride. Yalnız…Hasta randevumuz yok bu saatte.”
Kapıyı aralayıp içeri girdi. Doktor üzerinde beyaz önlüğü, başında bir kukuleta, geniş bir berjer koltuğa gömülmüş; elinde şişler, yün örüyordu: Bir patik, küçük bir bebek patiği… Gözlüklerini devirmiş seri parmak hareketleriyle patik örüyordu doktor. Onu görünce bütün yılışıklığı ile gülümsedi.
“Hoş geldiniz.”
“Bugün için gelin demiştiniz de.”
“ Evet, öyle demiştim.”
Yerinden kalkmadan yün örmeye devam ediyor.
“Şule hanımın kocanızdan hamile kalması imkansız.”
Hiç yeri değilken niye anlatıyor bunları?
“Zira maalesef kocanız kısır. Sizde bir sorun yok, müsterih olabilirsiniz.”
Şişleri, yünü bir tarafa bırakıp ayağa kalkıyor; yüzünde yine o lanet, yılışık gülümseme var:
“Soyunun da sizi bir kez daha muayene edeyim.”
Bakışlarında bu kez sapıkça bir şehvet de var. O sırada balkon kapısı hızla açılıyor. Rüzgar ve soğuk dışarıdan odaya doluyor. Kocası…Abidin, balkon demirlerinden tırmanmış içeri atlıyor.
“Sen ne yapıyorsun!?.. Neler saçmalıyorsun? Çek o pis ellerini karımın üzerinden,” diye haykırıyor.
Abidin, doktorun kafasına esaslı bir şaplak atıyor. Kukuletası yere düşüyor.
Koşup kocasına sarılıyor.
“Aslan kocacım, ne güzel vurdun!”
***
Bankaya gider gitmez tuvalete girdi. Kirlilik günleri başlamamış.
Bir gün, iki gün, daha sonraki günler geçmiş,..aylık olağan kirlilik günleri gecikmişti; merak günleri başlamıştı. Yoksa ?!..
Aynada soluk bir yüz bakıyor:
“Ayna… Ayna, söyle bana Şule mi daha güzel, yoksa ben mi?”
Duygularını neredeyse yitirmiş, mutsuz birinin aksi var aynada.
“Pis ayna…yalancı ayna. Sen ne anlarsın güzelden!”
Tuvaletin kapısı aniden aralanıyor; bıyıklı şaşkın bir yüz içeri bakıyor:
“Pardon!..”
Teoman Bey, Kredi Pazarlama yetkilisi. Hep aynı şeyi yapıyor; güya tuvaletleri karıştırıyor. Aynı sertlikle kapıyı kapatıyor.
Onca işin gücün arasında öğle aralığıyla birleştirilmiş bir saatlik izin sırasında doktora gitmesi gerekiyor.
Hava kapalı, soğuk…Her şey gözünde büyüyor.
***
Doktor, elinde testin sonucu sırıtıyordu; “Müjdemi isterim, sonuç pozitif.”
Pozitif nedir ki, iyi bir şey midir?
“Hamilesiniz.”
Hamileydi!..
Kuşlar havalanıyor yüreğinden… Çiçekler açıyor yüzünde.
Doktora sarılıp öpüyor:
“Çok teşekkür ederim doktor bey, ne kadar iyisiniz.”