İnsanlık halleri panaroması: Yağmur Fena Burada Kal | Neslihan Hazırlar

Mayıs 6, 2023

İnsanlık halleri panaroması: Yağmur Fena Burada Kal | Neslihan Hazırlar

1981 doğumlu genç yazarın öyküleri bugüne kadar Sarnıç, Öykü, Varlık, İAN Edebiyat,Öykülem gibi dergilerde yayınlandı. Öykü Gazetesi’nin yayımlandığı dönemde gazeteyi de yayıma hazırlıyordu. 2020’de Kırmızı KediYayınevi tarafından basılan, “Yağmur Fena Burada Kal” öykü kitabında on dokuz öykü yer alıyor.

Karşı cinsin gözünden yazdığı öykülerin eril dili ve bakış açısıyla sahici duruşu dikkat çekiyor. Betimlemeler olgun, anlatımı doğal, dili sade olan öykülerde yazarın Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan’dan etkilendiğinin izlerine çokça rastlıyoruz. Bir nevi aylaklığın anlatısı öyküler, okura edebiyat ziyafeti sunuyor. Dostluk, ilişkiler, aylaklık halleri, çocukluk travmalarının yetişkinlikteki yansımaları, geride kalanlar, bakılıp görülmeyenler, özgürlük özlemi ve yazgı yazarın işlediği konular arasında yer alıyor.

Kitabın ilk öyküsü “Horoz Şekeri” yaşam mücadelesi halindeki iki çocukluk arkadaşının, çıkar çatışması ve yollarının çatallanması üzerine kurulu. “Eski dost düşman olmaz,” atasözünü de çürüten bir hadise yaşanıyor öyküde. Güçlü bir sonla bağlanması öykünün sağlam omurgasını hissettiriyor. Tanrı anlatıcı ve yer yer diyalogların beslediği öyküde, her şeyin şahidi bir köpek.

“Biraz daha param biriksin çıkıp gideceğim bu dibi kara mahalleden Nalan’ı da alacağım ince bileklerine takacağım burmaları. Her gece kasığında kaybolacağım. O zaman görecekler benim kim olduğumu.” dedi. Köpek boş bakışlarını gözlerine dikmiş adamı dinliyordu.” (sf.13)

“Günah” öyküsü ben anlatıcı dilinde yazılmış. Baba-oğul çatışmasını anlatan bir öykü. Evde her işi yapan annenin dilsizliği dikkat çekiyor. Evdeki kaotik havayı okura hissettiriyor.

“Resmi asla bitiremeyeceğim, aslında o hiç inanmadığım sanatçı kitlenmesini mi yaşıyorum? Oysa çizmek, kendimi olduğum gibi hissettiğim tek eylem. O çarpık çocukluğumun tek ölçüsü günahlar olan kötü mimarı olan babamdan, yasaklarla örülü olan çocukluğumdan, tek kurtuluş anahtarı.” (sf.15)

“Hiç Kimse” öyküsünde farklı bir anlatım tekniği kullanmış yazar. Sen anlatıcı diliyle anlatılan öykü on bir bölümden oluşuyor. İlk bölümlerde olaylar erkek karakterin gözünden sen anlatıcıyla anlatılıyor. Dördüncü bölümden itibaren olaylar kadın karakterin gözünden aktarılıyor. Daha sonra diyalog ortadan kalkıyor, zihin içi anlatımla karakterler yine sen anlatıcı dilini kullanıp Oğuz Atay‘a selam gönderiyor. Geminin mekân olarak kullanıldığı öyküde, aynı anda güverteden, göğe bakan iki karakterin zaman sıçramalarıyla okura düşüncelerini aktarıyor. Gemide tanışan kadınla erkeğin iç dünyasındaki karmaşaya tanık oluyoruz. Bu iki insan birbirine dürüst davranmıyor. İkisi de adını söylerken yalan söylüyor. Şiirsel dille yazılmış kısa anekdot tarzı anlatılardan oluşan metin, anlatıcıdan anlatıcıya geçerken aynı anda farklı bakış açıları sunarken, okuru da diri tutuyor.

“Dün gece senin bu numarada kaldığını söylediğinden adım kadar emindim. Karıştırıyor olabilir miydim? Teşekkür edip bir görevliden kamara numaranı öğrenmeye karar verdim. Adam uzun uzun kayıtlara bakarken bir sigara yaktım. Ellerim titriyordu. Bir süre sonra görevli başını defterden kaldırdı, “Beyfendi isim konusunda emin misiniz bu gemide Ceylan adında bir yolcumuz yok” dedi. (sf.25)

“Sıla” öyküsü akşamdan, kuşluk vaktine kadar geçen bir zaman diliminde yoksunluğun çaresizliğini hissettiriyor. Karısını şehre hastaneye getirmiş gariban bir köylünün, şehrin kurnazlığını öğrenmiş yerleşik memleketlisi tarafından, iyilik yapma vaadiyle kandırılma hikâyesi anlatılıyor. Okur, garibanlığı, mekânın loşluğunu, yabancılığını ve soğukluğunu elle tutulur birer nesne gibi hissettiriyor. Geriye dönüşlerle, betimlemelerle anlatımın zenginleştiği, üst anlatıcı diliyle yazılmış öyküde, olaylar bir erkeğin gözünden gösteriliyor.

“Köyünü bebelerini karısının sağlıklı al yanaklarını özlemişti ki, Yakup kulağına sokup, ölü soyuculuğu, demişti… Mezar ya da… Yoğun bakımdaki ağzında altın diş olan bir ayağı çukurda hastaları haber ediyorlardı. Sonrası kolay tahkikattı…” (sf.29)

“Bir Gece” öyküsü, usta çırak ilişkisini anlatır görünürken, bir içki masasında zaman

sıçramalarıyla zihni zorlayan geçmiş çocukluk travmalarını açığa çıkarıyor. Yaşanmış çocukluk günahını küçücük bir pencere açıp okura gösteren yazar, insanların yetişkinliğindeki mutsuzluk hallerini ortaya koyuyor. Çocuk gelin meselesi hissettiriliyor. Tanrı anlatıcı dili ile başlayan öyküde diyaloglar anlatımı zenginleştiriyor.

“Yoldan geçen arabadan Neşe Karaböcek’in iç gıcıklayan sesi duyuluyordu bangır bangır. Salih terledi. Rakılar artık susuz akıyordu boğazından. Gözü alyansına takıldı. Bir taksinin arka koltuğunda kaba etleri sancırken, radyoda “Artık Sevmeyeceğim” çalıyordu. Yanında oturan kız çocuğuyla karı koca ilan edilmişlerdi. Neşe Karaböcek tüm kabahati üstüne almıştı.”

“Hesaplaşma”, mutsuz çocukluk mirasının, yetişkinliğindeki mutsuzluğa evrilişini, sevilmemişliği, kadın kıstırılmışlığını konu ediniyor. İç hesaplaşma zihinde dönüp duruyor. Tanrı anlatıcı ile başlayan anlatım, ben anlatıcıyla devam ediyor. Ben anlatıcı, kendisiyle hesaplaşırken öteki “Ben” e sen dilini kullanıyor.

“Şakalarıma gülmez. Gülmedi, gülmesin. Sigara olsa. O içmez. Steril hayatındaki tek mikrop benim. Sensin. Bu kadarsın onun için. Düzeltilmesi gereken bir hata, kezzapla ovulması gereken bir pislik.” (sf.38)

“Bulut Geçti”, kitaba ismini veren cümlenin geçtiği öykü. Deniz kenarı ve kulübede geçen anlatı, iki yalnız ve kadınsız adamın, akşamın ilk karanlığından ertesi sabaha kadar geçen zaman diliminde yalnızlığın sorgulamasını yapıyor. Öykü içinde bir de küçürek öykü bulunuyor. İnsanca bir hayat umuduyla denize açılan mültecilerin sorunu üzerinden bir kara bulutun geçiyor.

“Herkesin kısmeti kendine. Diğeri zorla yediği tatsız hamuru ağzında çevirirken “Ne”diye soruyor. Fareler koşarak geçiyor önlerinde. Uzaklarda gök gürlüyor “Yağmur fena burada kal” diyor adam.” (sf.42)

“Bir Bahar Akşamı”, günün en güzel zamanı akşamüstünün betimlemesi ile başlıyor. Birkaç saatlik zaman diliminde geçen olaylar, ben anlatıcıyla okura aktarılıyor. İki arkadaşın diyaloğunda, iş yerinde yapılan şakanın sonuçlarının karakterde yarattığı ruhsal sarsıntı anlatılıyor. İçki masasında sonuçlanan öyküde, iki adamın ayaklarında dolanan kedi, hüznün ve isyanın yükünü hafifletiyor.

“Ağaçlar çiçeğe durmuş. Önünden geçerken hep içinde yaşamayı hayal ettiğim köşkün bahçe duvarından ıhlamur kokuları geliyor, içime çekiyorum. Bir sigara daha yakacakken vazgeçiyorum. Ağacın dallarından önüme tüyleri boz bir kedi atlıyor, irkiliyorum. Bu tedirginlik güldürüyor beni, eğilip iğreti sırtına dokunuyorum, yağ gibi kayıp gidiyor.” (sf.46)

“Pirus Zaferi”, öyküsünde tersine cinayetle sonuçlanan güçlü kadının yazgısını okuyoruz. Kapalı mekânda geçen olay kadının sıkışmışlığını, çaresizliğini hissettiriyor. Ben anlatıcının gözünden diyaloglarla beslenen anlatıda kişi tasvirleri öne çıkıyor. Güç silah mı, kadın mı sorusu zihinlere yerleşiyor.

“Hep böyleydin,” dedi, “Beni hiçbir zaman ciddiye almadın. Bir bebeğimiz olacağını, o çok namuslu ailen öğrenmeseydi benimle evlenmezdin. Ben yıllarca her bakışından bunu okudum. Ölmeseydi belki beni severdin.” ( sf.53)

“Elvis”, tanrı anlatıcı gözüyle bir garibanlık halini anlatıyor. Eprimiş bir gömlek gibi eskiyen hayatın karakterde bıraktığı izlere tanıklık ediyoruz. Bir de kediler tanıklık ediyor, her koşulda onları besleyeni seven dert ortaklığı yapan dilsiz kediler.

“Senin gibi bir kızım var benim biliyor musun? Belki de oğlum ama sevmem ben bağlanmayı, hele ki insanoğluna.” diyor kedinin yeşili sönmüş gözlerine bakarak.” (sf.57)

“Kambur”, yalnız yaşayan bir kadının odasının tasviriyle başlıyor. Akıl hastanesine kadar süren yolda geri dönüşlerle okuru geçmişe götürüyor. Sen anlatıcı diliyle yazılmış öyküde ana karakterin yaşadığı ağır yazgı konu ediliyor. Didem Madak’tan bir dizenin de yer aldığı öyküyü okurken Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ının tadı kalıyor.

“Zayıfsın. Çok zayıf ne giysen sakil duracak üzerinde. Salonda pazar günlerinden kalmışçasına bir dağınıklık. Sehpada yediğin makarna, tabakta dolmuş. Kitabın üstünde salça lekesi. Dün akşam okuduğun şiir düşüyor aklına. “Yukarıdan aşağı, yedi harfli battal boy bir intiharı denedim. Kahverengi palton ağır geliyor. Çorabının kaçtığını yolda yürürken fark ediyorsun. Bugüne kadar ne çok şey kaçtı hayatımdan, diye düşünüyorsun.” (sf.59)

“İzmarit”, bir kadın cinayetini konu ediniyor. Sadece erkeklere ait bir dünya olan kahveyi mekân olarak kullanan yazar, insanların gündelik yaşamındaki boşluğu dolduran atmosferi betimliyor. Geriye dönüşlerle de kadın cinayetinin planlanışını anlatıyor.

“Ne verebilirsin bana? Koynuna aldın diye senin mi oldum? Benim yatağımdan niceleri geçti koçum.” Meryem’in yanan sigarası yere düştü. Aldı. Derin bir nefes çekti. Kırmızı ucuz ruj dudaklarında belli belirsiz bir yağ bıraktı. Hafifçe söndürüp cebine attı.”(sf.64)

“Buzdağı”, tükenmiş bir evliliğin seremonisini, iç hesaplaşmalarla birinci tekil şahsın gözünden anlatıyor. Kadın, anne ve babasının mutsuz evliliğini, annesinin evi terk edişini, terkedilmiş çocukluğunu geri dönüşlerle aktarıyor.

“ Masanın üzerine beyaz zarf bıraktı, gri derisi yıpranmış bavulunu alıp usulca kapıyı kapattı.” (sf.72)

“Öç”, “Ben bugün kötü bir şey yapacağım.” Cümlesiyle başlayıp, bir yere gitmek üzere evden çıkan karakterin, yürüdüğü yol boyunca aynı cümleyi tekrarlayıp, kendi iç sesiyle konuşarak, geçmişini sorgulamasını konu ediyor. Yol boyunca gördüklerini de önüne katıyor. Betimlemeler sıradan bir günde sokakta yaşananları gösteriyor.

“Samatya’ya yürüyeceğim. Âşıklar sokağında bu kez kapıda oturan kadınlar olmayacak. İki köpek bir köşede oynaşacak, aşk bu diyeceğim içimden.” (sf.77)

“Muhtarın Oğlu” öyküsünde etrafımızda görmeye alışık olmadığımız bir hayata nüfuz ediyoruz. Sıradan insanı konu alan bu öyküde bir ayı oynatıcısının aşkına tanık oluyoruz. Tanrı anlatıcı dilini kullanan yazarımız aynı mahallede yaşayan insanların diyaloglarıyla metni zenginleştirip, sokak dilini okura aktarıyor.

“Başına geçirdiği market poşeti ile Fil Hamdi onu görüp yanına yanaştı: Leyn muhtarın oğlu, çekmişsin lacileri nereye böyle?” Keyfi iyice kaçtı, cevap vermedi. Fil Hamdi koluna vurup “Bir sigara versene,” dedi. Muhtarın oğlu olduğu falan yoktu ama iyice İhtiyarlayıp lastiği gevşemiş pijamasıyla sokak sokak gezip herkese laf yetiştiren, her şeye karışan bir babası vardı. Delinin oğlu demediklerine şükrediyordu.” (sf.81)

“Şefkat”, ihtiyaç duyduğumuz, birbirimize hatta kendimize bile göstermekten imtina ettiğimiz bir konuyu işaret ediyor. İlla da kadın şefkatten eksik kalan diyor. Ben anlatıcı dilini kullanan yazar geri dönüşlerle anlatıyı, zihnin girdabına bırakıyor.

“İkinci kadeh de bitiyor. İçeriye kravatları gevşemiş, gülüşerek iki adam giriyor. Mesai bitmiş diyorum. Herkes için ne kadar olağan bir gün. Midem buruluyor. Dün hissettiğime yakın. Aç mısın, diyor bana. Gel bir iki lokma bir şeyler yiyelim beraber, merdivenlerden inerken ağlamaya başlıyorum. Koluma dokunuyor ince. İlgisine şaşırıyorum.” (sf.89)

“Üç İki Bir Mutlu Yıllar” öyküsü karakterin kendi iç sesi ile konuştuğu yılbaşı akşamlarının şimdiyle karşılaştırıldığı bir anlatı.

“Fehime gibi kızıl saçlarım olsun diye kına yakmıştım. Kimse fark etmemişti. Babamı ilk kez ağlarken görmüştüm o akşam. Adnan Menderes’i asmışlar. O akşam mıydı o? (sf.95)

“Güneş Pansiyon” öyküsünde hapishaneden çıkan bir yazarın arabaya bindiği andan gideceği yere kadarki zaman aralığında geriye dönüşlerle hayatını sorgulaması ben anlatıcı diliyle aktarılıyor. Bilmenin yükünü sona bırakıyor yazarımız.

“Senin adını kim verdi sence? Kim gammazladı seni?” diyor. Söylemesin, bilmeyeyim. Bilmek en büyük işkence.” (sf.101)

“Pencere” öyküsü, üst anlatıcı diliyle bir çocuk gelinin gözünden dilsiz, sevgisiz dokunuşları anlatıyor. Bir ressamın tablosunda açtığı kaçış noktası, öykünün sonunda okuru bekliyor.

“Tanımadığı bir adamın yakası kararmış gömleğini bastı suya, kolundaki altın bilezikler şıkırdadı. Annesi geldi aklına. Çocukluğunda annesi gece uyurken yatakta her döndüğünde duyduğu bileziklerinin sesi… Beline kuşak bağlanırken, son kez o eşikten çıkarken hiç ağlamamıştı annesi, kendiyse ağlayamayacak kadar şaşkındı.” (sf.103)

Yağmur Fena Burada Kal öykü kitabı farklı anlatım tekniklerinin kullanıldığı, sade dili ve üslubuyla, renkli karakterleriyle insanın yazgısına ve gündelik hallerine panoramik bakışı yansıtan çizgisiyle okurunu bekliyor.

edebiyathaber.net (6 Mayıs 2023)

Yorum yapın