Nerede başlamıştı içimden bir şeyler kopmaya? Arabada en sevdiğim şarkıları arka arkaya çalan bir radyo kanalı bulmuş azıcık keyiflenmiş ve şımarmışken “ezan okunuyor” diye sesi çat diye kestiği an mı? Yoksa ablasının doğum gününde gittiğimiz kebapçıda başımın ağrısı dayanılmaz bir hal aldığında beni eve taksiyle gönderip doğum günü çocuğuyla kalmayı tercih ettiği o soğuk ve yağışlı kış gecesi mi? Perçem kestirip balyaj attırdığım, iş yerimdeki müdürümden büfedeki tostçuya kadar herkesin iltifat ettiği günün akşamı gözünü televizyondan ayırabildiği birkaç dakika içerisinde yüzüme bakıp “topla şu saçlarını ya, yemeklerin içine düşecek” dediğinde mi? Şimdi bunu kestirmek zor.
Ne yalan söyleyeyim, bir beyaz yakalı refleksi olarak daha yılın başında bayram tatilleri ne zamana geliyor, kaç gün sürüyor diye kontrol edip Antalya’daki bu otele rezervasyon yaptırırken de aklımdan geçmişti. Bayrama üçümüzün birden sağ çıkacağının ne garantisi vardı ki? Ya ben, ya o, ya da evliliğimiz… Üçümüzden biri gidiciydi. Aylardır, neredeyse bir yıldır böyle hissediyordum. Birlikteliğimizin eski yapıcılığından ve iyileştiriciliğinden hayli uzaklaştığının farkında olan ama bunu dert etmeyen, her şey yolundaymış gibi davranan, adeta ölü taklidi yapan bu adamla neden aynı çatı altında kalmaya devam ettiğimi kendime açıklamakta zorlanırken bayram tatilinde birlikte beş yıldızlı bir tatile çıkmak neyin nesiydi?
Bütün bu ahval ve şerait içerisinde Falezya Otel’e check-in yapalı kırk sekiz saat olmuştu bile. Hiçbir iş yapmadan hazır yiyip yatıyor olmaktan ve belki de gün içinde sınırsızca ve sorumsuzca tükettiğim envaiçeşit alkollü içecekten dolayı sinirlerim alınmış, kaşlarımın ortasındaki derin çizgi ve hatta nereye gitsem peşimi bırakmayan sinsi boyun ağrım uçup gitmiş gibiydi. İngilizce konuşamayışına, zayıf mizah anlayışına, hiç risk almayışına ve ablasına asla hayır diyemeyişine sinir olduğum adam, sırtıma güneş kremi sürerken eski çok eski bir ürpermeyi hatırlar gibi bile olmuştum.
Otelin lobisi, yüksek tavanından pirinç lambalar ve büyük hasır pervaneler sarkan, zemini mermer kaplı, ışığı bol, her daim serin, devasa bir mekandı. Birbirinden üç dört metre mesafeli yerleştirilmiş en az on belki on beş oturma grubu ile Antalya’nın dayanılmaz Ağustos güneşinin en tepeye çıktığı öğle saatlerinde misafirlerin rahatça nefes almak ve bir şeyler içmek için kendilerini attıkları gösterişli bir sığınak gibiydi adeta.
Lobideki oturma grupları bir ikili koltuk ve onun iki tarafına yerleştirilen birer adet tekliden ve ortada oval bir sehpadan oluşuyordu. Genç çiftlerin çoğu, ikili koltukta birbirlerine temas edecek şekilde oturuyor, arada fısıldaşıp kıkırdıyorlar hatta bazıları ulu orta uzun uzun öpüşüyordu.
Üçüncü gün, hava sıcaklığının gölgede bile katlanılmaz hale geldiği öğle saatlerinde havuz başından lobiye kaçtığımızda palmiyelerle dolu bahçeye bakan camın önündeki koltuklara yönelmiştim. İkili koltuğun bir ucunda yerimi almış, içecekleri getirmesini beklerken arkamdaki aynadan saçımı başımı dekoltemi kontrol etmiştim. Elimi yanlışlıkla dizine koymayı, onun içtiği şeyin tadına bakmak bahanesiyle dibine sokulmayı falan planlıyordum.
Geldi. Ve ikili koltuğun onun tarafından doldurulmayı bekleyen diğer yarısına, yani yanıma oturmayıp, çaprazdaki tekliye bıraktı koca kıllı cüssesini. Herkesin öpüşüp koklaştığı lobide, palmiye manzaralı koltuklarda Doblo alışverişi yapan adamlar gibi oturduk çapraz çapraz.
Çok daha iyisini hak ettiğimden o gün iyice emin oldum. Nereye koyacağınızı bilemediğiniz, size eskisi kadar anlamlı veya sevimli gelmeyen, gençliğinizde gittiğiniz bir tatilde aldığınız için ne atabildiğiniz ne satabildiğiniz bir kahve kupasının eve gelen temizlikçi kadın tarafından düşürülmek suretiyle kırılması sizi nasıl hafifletirse, özgürleştirirse işte öyle bir his. Hayır, onu ben kırmamıştım. Evet, kırılmaması için gösterdiğim özen, yıllar içinde yıpratıcı bir hal almıştı.
İtiraf etmek gerekirse, İstanbul’dan yola çıktığımda benim bile kafam biraz bulanıktı. Bu tatilin amacının, biriktirdiğimiz ortak parayı birlikte yemek ve birbirimize alacaklı verecekli kalmamak olduğunu, lobide hiç konuşmadan seri içerek sarhoş olduğumuz ve el bile sıkışmadan Doblo alıp sattığımız o gün net bir şekilde görmüştüm.
Falezya Otel’deki son iki günümüzü birbirini çıplak görmekten ne utanç ne de heyecan duyan, aslında söyleyecek çok şeyi olup da, konuşmaya dinlemeye anlamaya takati de hevesi de kalmamış iki eski ortak olarak geçirdik. Dönüşte Antalya havaalanındaki D&R’dan alıp uçakta okumaya başladığım kitapta, yazar birinden bahsederken şöyle diyordu: “Gün ışığı ile gökkuşaklarını andıran konuşması dört bir yanı çepeçevre aydınlatıyor, neşeye, mutluluğa, sevince boğuyordu.” Yanımdaki koltukta elli dakikalık uçuşta bile salyasını akıtacak kadar derin uyuyabilen adama baktım. Özlemini duyduğum gökkuşağından da sevinçten de bihaberdi. Kapasitesi bu kadardı. Evlenirken göz ardı ettiğim, değişeceğini umduğum vasıfları gözüme batar olmuştu. O zamanlar sessiz, sakin, ağır ve güven verici diye tarif edebildiğim şahıs zaman içinde soğukluğu, tembelliği ve sabit fikirliliği ile bilerek veya bilmeyerek ondan kopuş yolumun taşlarını dizmişti.
Bilerek veya bilmeyerek dememdeki sebep, onu iyi tanımamdı. O ve hiç evlenmemiş – hatta doğru dürüst bir ilişkisi bile olmamış, hala bakire olduğuna yemin edebileceğim ama tabi ki ispatlayamayacağım – kıymetli ablası oldukça eski kafalılardı. Sadece bizi büyüten annelerimizin hayat görüşlerindeki farka bakarak bile bunu kolayca tahmin ederdiniz. Benim annem saçını kendi kesen, doğru dürüst bir zeytinyağlı fasulye bile pişiremeyen ama zeytinlikler imara açılmasın diye sağa sola mesaj atan bir kadındı. Onunkiyse kandillerde kafiyeli kutlamalar gönderen, naylon çorapsız ve pembe sedefli ojesi olmadan insan içine çıktığı görülmemiş biriydi. Yan koltuğumda oturmakta olan er kişi evlilik denen kutsal akti bozan, hatta boşanmayı bir konu başlığı olarak ortaya getiren taraf olmaktan imtina ederdi. Demem o ki, beni bu noktaya getiren bütün faulleri bilerek yapmış ve kırmızı kart görmek için pasif agresif bir yol izlemiş de olabilirdi.
İstanbul vıcık vıcık sıcağı ve aynı anda ter, sigara ve kolonya kokan taksisiyle bizi karşıladı. “Geçmiş bayramınız kutlu olsun” dedi şoför. Nereye gideceğimizi sordu. “Ortaköy” cevabını duyunca dönüp yüzüne baktım. Ciddiydi. “Pes” dedim. “Anneme gitmeyecek miyiz?” diye sordu. Süreci hızlandırmak ve beni bir an evvel “yeter artık, ben boşanmak istiyorum” aşamasına getirmek niyetinde olduğundan emindim artık. Radyoda ismini hatırlayamadığım bir kadın popçu “Benden Bir Tane Daha Yok” diye bir şarkı söylüyordu. Annesiyle bayramlaşmak gibi bir planım olmadığını duyunca, önceden hazırladığı o cümleyi saldı ağzından. “Tamam canım, herkes serbest, bundan sonra kimse kimseyi memnun etmek zorunda değil.” Yanımızdaki arabada arka koltukta tek başına oturan küçük bir kız çocuğu elindeki poşete kusuyordu. “Şimdi çok zor, ama bitince rahatlayacaksın.” diye geçirdim içimden. Bitince rahatlayacaktım. Hamlemi yaptım.
– Herkes nasıl mutlu olacaksa öyle yaşasın mı diyorsun?
Elleriyle dizlerini ovuşturdu. Boğazını temizledi. Gergin olduğu zamanlarda yaptığı hareketler.
– Ben gidiyorum, sen benimle gelince mutsuz olacaksan gelme diyorum.
Sabiha Gökçen’de başlayan konuşma acayip bir yerlere doğru hızla ilerliyordu. Yol açıktı, köprüye varmadan boşanırdık biz, gidişat onu gösteriyordu. Kusmak ve rahatlamak istiyordum. “Mutsuzum, ayrılalım” dedim. Alnıma yapışan saçlarımı geri attım. Yan şeritteki metrobüsü dolduran asık yüzlü insan ordusu gözlerini dikmiş bize bakıyordu. Hayalimdeki boşanma konuşması bu değildi. Hayalim boşanmak da değildi. Boğazımdan ateşten bir kılçık, Boğaz’dan bir tanker geçti.
“Ortaköy sahil mi, Dereboyu tarafı mı abi?” diye araya girdi şoför. “Hanımefendiyi Dikilitaş’da bırakıp öyle devam edeceğiz” diye cevapladı eski kocam, yüzünü benim olduğum tarafa hiç çevirmeden. “Hayırlısı” dedi direksiyondaki şahıs. “Hayırlısı” dedi öteki.
edebiyathaber.net (9 Mayıs 2023)