“Edebiyat, peşindeki iri gri kurtla bir çocuğun Taş Devri vadisinden ‘kurt, kurt’ çığlıklarıyla koşarak geldiği gün doğmadı; bir çocuğun ‘kurt, kurt’ çığlıklarıyla peşinde kurt olmadan koşup geldiği gün doğdu.”
23 Nisan 1899 günü Saint Petersburg şehrine bir saat mesafedeki bir malikânede bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Liberal görüşleriyle tanınan politikacı Vladimir Dmitriyeviç Nabokov ile varlıklı ve soylu bir aileden gelen karısı Elena Ivanova oğullarına Vladimir Vladimoviç adını koyarlar. Aristokrat kültürüyle yoğrulmuş bu zengin ailenin dört evladı daha olacaktır. Beş kardeşten en büyüğü olan Vladimir daha çocuk yaşta özel hocalardan İngilizce ve Fransızca dersleri almaya başlar. Zaten evde üç dil aynı anda konuşulmaktadır. Hocalarının teşvikiyle Edgar Allan Poe ve Robert Browning’in şiirlerini İngilizce, Gustave Flaubert, Jules Verne gibi usta kalemleri Fransızca okumaya başlayan Vladimir’in Rus yazarlara yabancı kaldığını fark eden babası oğluna bir de Rusça hocası tutar. Bir süre sonra Vladimir Tolstoy ve Çehov’un eserlerini de aynı iştiyakla okumaya başlar.
“Takdire değer okur kendisini okuduğu kitaptaki erkek ya da kadınla değil, o kitabı yaratan, kurgulayan akılla özdeşleştirir.”
En iyi okullarda eğitim gören Vladimir, köşklerindeki zengin kütüphaneden ve özel hocalardan olduğu kadar babasının çalışma disiplininden ve kelebek tutkusundan da etkilenecek, iç dünyası da annesinin spiritüelliği ve duyarlığıyla derinleşecektir.
Sıcak yuvayı sarmalayan bu huzur ortamı 1917 Bolşevik İhtilali ile son bulur. Bir süre resmi görevlerde çalışan Vladimir’in babası ortama ayak uyduramayınca ailesini yanına alıp Kırım Bölgesine, Yalta’ya taşınır. Kızıl Ordu’nun kolları oraya kadar uzandığında Vladimir İstanbul üzerinden İngiltere’ye gider ve Cambridge’deki ünlü Trinity College’da Slav dilleri ve edebiyat eğitimi almaya başlar..
“İnsan hayatı, uçsuz bucaksız, muğlak, tamamlanmamış bir başyapıta düşülmüş bir dizi dipnottur.”
1922 yılına gelindiğinde Vladimir artık Berlin’de sürgün hayatı yaşayan ailesinin yanına dönecektir. Aynı yıl, Joyce’un Ulysses eserini tamamladığı aylarda, Vladimir’in babası ırkçı iki faşistin bir arkadaşına saldırısını önlemek isterken öldürülür. Artık ailesinin içinde bulunduğu sıkıntılı durum tam bir dram halini almaya başlayınca Vladimir Berlin’deki Rus sığınmacıların da desteğiyle çalışmaya başlar. Genç yazar adayı bir yandan anılarını ve beyin kıvrımlarında şekillenen düşünceleri, babasıyla olan isim benzerliğinden çekindiği için, V. Sirin takma adıyla kaleme alırken, bir yandan da maddi güçlükleri aşabilmek için lisan dersleri vermekte, tenis ve futbol koçluğu yapmaktadır.
Kafka’nın Dava adlı eseri üzerinde çalıştığı günlerde Vladimir de, Vera Slonim adlı Yahudi asıllı bir Rus kızıyla evlenir. Vladimir’in ilk romanı, otobiyografik özellikler taşıyan Maşenka 1926 yılında yayınlanırken, Kafka da ancak ölümünden sonra gün ışığına çıkacak bir başka eserini, Şato’yu yazmaktadır. Maşenka’nın ardından, genç yazarın gene V. Sirin takma adıyla İngilizce kaleme aldığı King, Queen, Knave – Rua, Dam, Vale yayınlanır.
Vladimir’in V. Sirin mahlası ile Berlin’de yayınlanan üçüncü romanı için John Updike, “Nabokov’un benzersiz evrenine henüz dalmamışlar için, The Luzhin Defense – Lujin Savunması mükemmel bir giriştir” diyecektir. Orta yaşlı bir adamın çok genç bir kıza olan aşkını ilk kez ele aldığı eser, Laughter in the Dark – Karanlıkta Kahkaha, yazarın Berlin’de yayınlanan son eseridir.
Naziler Berlin kapılarına dayanmış, Nabokov’un Yahudi karısı Vera işten çıkartılmıştır. Ailesinin geleceğini pek de parlak görmeyen genç yazar bir kere daha mülteci olmayı göze alacak, Rusya’dan gelip sığındığı, kendisine yeni bir hayat kurmaya çalıştığı Berlin’i terk edip, karısı ve iki yaşındaki oğulları Dimitri ile birlikte 1936 yılında Paris’e yerleşecektir.
“Edebiyat için geçerli tek bir okul vardır – yetenek.”
Fransa’da kaldıkları kısa süre içinde Despair – Cinnet ve Invitation to a Beheading – İnfaza Çağrı adlı romanı üzerinde çalışan Nabokov, bir yandan da dergiler için Rusça bulmacalar, satranç oyunları tasarlamaktan geri durmaz. Sartre’ın La Nausée – Bulantı adlı eseri Paris’teki kitapçıların raflarında yerini alırken, Naziler de yerlerinde durmayıp Fransa’yı işgal etmişlerdir. Şeytanla kovalamaca oynamaktan sıkılan Nabokov, ailesiyle birlikte bu kez çok uzaklara, Amerika’ya göç eder.
Huzuru, konforlu bir çalışma ortamını ve güvenceyi en sonunda Yeni Dünya’da bulan Nabokov, bir yandan Wellesley, Cornell, Harvard gibi üniversitelerde dersler verirken bir yandan da yazarlık hayatının en güçlü eserlerini yazmaya devam edecektir. Yazarın Amerika’da bitirdiği ilk eseri, kurgusunu Paris’te kaldıkları otelin banyosunda geliştirdiği The Real Life of Sebastian Knight – Sebastian Knight’ın Gerçek Yaşamı’dır (1941).
“Eksantrik bir insan, aklı ve duyuları sıradan vatandaşın dikkat bile etmediği şeylerle uyarılan biridir.”
Nabokov’un çocukluk dönemine damga vuran bir olay, on iki yaşındayken aşık olduğu on yaşındaki kız, ilerde yazacağı pek çok eserin esin kaynağı olacaktır. Nitekim Fransa’da kaleme aldığı ve çok sonraları yayınlanan The Enchanter yine orta yaşlı bir erkeğin, küçük yaşta bir kıza olan tutkusunu ele alır. Laughter in the Dark ile başlayan bu üçlü Lolita ile zirveye oturur (1955). Romanın erkek kahramanı Humbert’in de tıpkı Nabokov gibi bir çocukluk aşkı vardır. Yazar, çok sevdiği ünlü şair Egdar Allan Poe’nun “Annabel Lee” adlı büyülü şiirindeki genç kıza gönderme yaparcasına Humbert’in ölmüş olan ilk aşkına eserinde Annabel Leigh adını verir. Lolita’yı okumak ünlü bir edebiyat eleştirmenin deyişiyle “bir ip cambazının ‘Don Giovanni’ aryaları söylerken aynı anda ‘Kuğu Gölü’nü oynamasını izlemeye” benzer.
“İnce bir dolaysız gerçeklik cilası, doğal ve yapay maddelerin üzerini kaplar; her kim şimdide, şimdiyle kalmak istiyorsa lütfen onun ince gergin cilasını çatlatmasın.”
Lolita adlı romanıyla hiç ummadığı bir anda tüm dünyanın ilgisini üzerine çeken Nabokov, Yeni Dünya’daki yaşamına burada yaşayan Rus bir profesörün hikâyesini anlattığı Pnin (1957) ile devam eder. Mülakatlarında her ne kadar Amerika’yı çok sevdim, zira orada kendimi evimde gibi rahat hissediyorum dese de, Amerikan vatandaşı olduktan kısa bir süre sonra, yeni romanlarından elde ettiği maddi imkânların da desteğiyle, bu kez de İsviçre’ye gider. Lüks bir otelin üst katını kapatıp 1961 yılından ölünceye kadar eşi Vera ile birlikte artık Montrö’de yaşayacaktır.
Hayat arkadaşlığının yanı sıra usta yazarın sekreteri, editörü ve basın temsilcisi olan Vera, İsviçre’de de üzerine düşen görevleri eksiksiz yerine getirmeye devam eder.
999 satırlık bir şiirden oluşan Pale Fire – Solgun Ateş adlı eseri, Nabokov’un başyapıtlarından biri olan Speak, Memory – Konuş, Hafıza adlı otobiyografisi takip eder (1967).
“Beşik bir uçurumun üzerinde sallanır ve sağduyumuz bize, var oluşumuzun iki ebedi karanlık arasında kısa bir ışık çakmasından başka bir şey olmadığını söyler.”
Nabokov’un farklı yorumlarla karşılanan, genellikle de saygı duyulan eseri, en uzun romanı Ada or Ardor: A Family Chronicle – Ada ya da Arzu 1969 yılında yayınlanır. Sırada yine kendi hayatından bir kesiti ele aldığı eseri, Amerikalı bir editörün İsviçre anılarını anlatan Transparent Things – Saydam Şeyler vardır.
Hayatı boyunca şiddetten, vahşetten, savaşlardan nefret eden, bir mülâkatında “Kaba insanların barbarlıklarından iğreniyorum. Siyah ya da beyaz fark etmez. Kırmızı sahtekârlar, pembe şarlatanlar…” diyecek kadar keskin görüşlere sahip olan bu pasifist yazar, İsviçre’nin en sakin köşelerinden birinde, Montrö’de hayata gözlerini yumar (1977).
“Hayat büyük bir sürpriz. Ölümün daha da büyük bir sürpriz olmaması için bir neden görmüyorum.”
Vladimir Vladimoviç Nabokov, Rusya’da doğup ilk gençlik çağını Saint Petersburg’da yaşamıştı. İngiltere’deki eğitiminin ardından önce Almanya, sonra da Fransa’ya sığınmış, yeni bir hayat, yeni bir kimlik için mücadele vermişti. Ve en sonunda, dünyaca ünlü bir Amerikalı yazar olarak İsviçre’de öldü.
Hasan Saraç – edebiyathaber.net