Edebiyathaber’in video-öykü uygulamasına bu kez yirmi iki kişi, yirmi üç öyküyle katıldı. Bunlardan on birini; çağrışım yoğunluğu, içerik, dil, özgünlük ve olgunluk ölçütlerini göz önünde bulundurarak yayımlamaya karar verdik.
Öyküleriyle katkıda bulunan herkese teşekkür ediyoruz. Video-öykü çalışmasını yeni uygulamalarla sürdüreceğiz.
Melike Uzun
FÜSUN ÇETİNEL
Gözlerimi soydum; yıkadım, yundum.
Köpürte, kanırta arındırmaya çalıştım.
Vicdanımı önüme oturttum hamam tahtasında, keseledim pür-i pak.
Bulanık bir su aktı. Temizlenemedim senden.
Aynada bakıştık.
Makyajla örttüm suçluluk duygumu.
Allık sürdüm, far sürdüm. Yetmedi. Kan kırmızısı ruj sürdüm.
Bomba düştü aklıma. Duman oldu her yanım. Toz toprak doldu gözlerime. Kollar, bacaklar, insanlar saçıldı. Küçük kız seni gördüm. Nefes nefese. Elinde poşetle. Alnında tehditkâr silah. Ne olur ver. Çekiştirme. Çırılçıplak kaldı bir an gözlerim. Senin gözlerinde. Yapamadım.
Silah sesi alkışlara döndü. Perdede cansız bedenin, yerde üç patates.
Kırmızı zarftan ben çıktım. Ve kürsüde altın kameram.
Çok geldi gözlerim. Fırlatıp attım.
NASIL?
ŞENOL DEMİROĞLU
Bir sevinç var, hayır bir hüzün. Ölüm var sonra. Ölüme üzülmek, hayır ödüllendirmek; ölümü soğukkanlı, ölümü uzak, ölümü temiz ellerle ödüllendirmek… Üzülüyor şeytan, soruyor, hayır mutlu değil, evet hiç değil, soruyor, üzülüyor, mutsuz: “Nasıl bu hale geldiniz?” Bilmiyoruz, hayır, yitirdik bir şeyleri, ama neyi, evet bilmiyoruz, arıyoruz, evet yitirdik, belki hep böyleydik, belki hep böyle eksik, hayır değildik, ama öldürdük, çok hoştu, çocuktu, evet çok beğendik, çok eğlendik. Alkışladık. Ödüllendirdik. Canavarlaştık. Bir daha. Ve bir daha… Belki buydu istediği şeytanın, ama yanıldık, o bile istemedi, mutsuzdu, çok mutsuzdu, sordu: SİZ İNSANLAR, NASIL BU HALE GELDİNİZ?
2+2=5
EGE BAYKAN
Bu mahkeme; küçük bir çocuğun ölümü üzerine herkesin kendi vicdanıyla hesaplaşması için kurulmuş, sadece hayalleriniz kadar gerçektir.
Olayda payı olan herkesin savunmaları alınır.
John Brown(asker): O gün aldığımız emir gördüğümüz tüm insanları vurmamız yönündeydi. Ben ne emir aldıysam onu uyguladım. Askerlik sorgulama değil itaat işidir. Ben sadece gerçek bir askerim. Tetiğe basarken tek hissettiğim görevimi yerine getiriyor olduğumdu.
KATE(gazeteci): Gazeteciler olarak o bölgeye özel yetkiyle girmiştik ve sadece askerlerin izin verdiği ölçüde çekim yapabiliyorduk. Olaylara müdahale etmeye çalışmamız bizi canımızdan edebilirdi.
O küçük kızı gördüğümde hayatımı tehlikeye atmam ise onun canını kurtarmak için değil bu anı ölümsüzleştirmek içindi. O an neden bir şeyler yapmak yerine fotoğraf çekmeyi seçtim bunu kendime açıklayamıyorum. Bildiğim tek şey sonunda bu pişmanlığı yine yaşasam o an yine aynı şeyi yapardım.
PATİ(oyuncak): Evimizi askerler basıp annemizi ve babamızı öldürdüklerinde kimseye görünmeden arka kapıdan kaçtık. Sokaklar boyu koşturduk ama askerler, gazeteciler ve ölü bedenler dışında hiçbir şey kalmamıştı. Yanına gidebileceğimiz hiç kimsemiz yoktu. Sokaklar güvenli değildi. Ve en son köşeyi döndüğümüzde askerle burun buruna geldik. Anlamadığımız bir dilde bize bağırdı. Fotoğrafımızı çeken bir kadın vardı, sadece fotoğrafımızı çeken. Sonra o sesi duydum. Bugün sevinebildiğim tek şey ise insan değil de sadece bir oyuncak olduğumdur.
RÜYA
SELGİN GB
Uzun rüyalar görürüm ben. Uzun, karışık, bazen manasız. Çoğu zaman gördüklerim olanaksız şeylerdir.
Uyandığımda yorgun hissederim kendimi, öyle ki rüyamı anlattığım kişi bile dinlerken kasvetlenir, içi daralır.
Bir tek ninem rüyalarımı layıkıyla dinlerdi. Bir taraftan işini yapar, bir taraftan da kafasını sallayarak anlattıklarıma kulak verirdi. Yorum yapmayıp “Hayır olsun,” dedi mi rüyamın hayra çıkmayacağını anlardım. Ben susunca kafasının sallanması durur, dudakları aralanır, usulca bir dua fısıldar, sonunda üflediği nefesinin ılıklığı beni çepeçevre sarardı.
Bir keresinde her zamankinden uzun bir duadan sonra “Kimseyi bulamazsan suya anlat rüyalarını. Anlat ki suyla akıp gitsin senden,” demişti.
Sabah yataktan kalktığımdan beri üzerimde bir sersemlik vardı, beni aşan bir hüzün omuzlarımdan aşağı bastırıyordu.
Başım otobüsün camına dayalı yarı uyuklarken birden bir gece önceki rüyamı hatırladım.
Öyle tuhaftı ki…
*
Ben, hem bir bez parçasına sardığı üç beş patatesi sımsıkı kucaklamış, can havliyle koşarken kulağında silahlar ve bombaların patladığı bir kız çocuğuydum, hem de …bir kadındım. Gözlerimi dikmiş, gördüklerime inanamayarak bakıyordum… Alnıma dayanan namlunun soğuğuyla titrediğimde kadının gözlerindeki buzlar atamadığım çığlığın içinde parçalandı… Yuvalarına batan gözlerimi o kızdan fotoğraf makinesinin arkasına saklayarak gizledim… Patatesler kucağımdan yere yuvarlanırken neden herkes alkışlamaya başladı ki?…. Hızla merdivenleri çıkarken ne kadar toplasam da kızın hayalleri gibi mavi renk olan elbisemin uzun eteği ayaklarıma dolandı…
*
Nasıl bir hayra yorulur ki bu rüya? Nine nerdesin?
En yakın durakta otobüsten inmeli ve vapura binmeliyim. Ancak deniz rüyamın lanetini üzerimden alır.
KÜSKÜNVİCDAN
NAZ MEMECAN
En iyi fondöteni almıştım, bana mısın demedi… Yüzümdeki çizgileri, siyah noktaları, tüm kusurları kapadı, gözlerimden sızan hüznü saklayamadı. Renkli bir makyaj yaptım canlı gözüksün suratım diye, renklendiremedi ifademdeki karanlığı. Yıkanmak da işe yaramıyor biliyor musun? En sert keseyi almıştım halbuki marketten. Defalarca sabunlandım. Kan oturdu tenime sonuncusunda. Tüm ölü deriler gitti, her bir gözeneğime nüfuz eden suçluluk duygusu gitmedi… Mecbur saçımı yaptım, giyindim gittim törene. Adım yankılanınca mikrofonda, alkış fırtınası koptu salonda, sırtımı sıvazladı yanımdakiler. Islık, tezahürat gırla… Ama gel gör ki vicdanımdan çıt yok, küskün… Onca gürültülü coşkuyu susturdu sessizliği. Anladım ki, her alkışlandığında, vicdanın ödüllendirmiyor seni…
DEĞER-SİZ
AYNUR SAKALLIOĞLU
Neden hep o anı hatırlıyorum?
Sadece işimi yaptım. Ödül törenine gidip, hiç bir şey olmamış gibi büyük ödülü bekleyeceğim. Sadece işimi yaptım.
O bana baktı. Gözleri yalvardı. Bekledi. Seni kurtaramazdım küçük kız. Kurtaramazdım.
Sağırlaştıran silah sesleri, çığlıklar. Toz, duman, barut, kan kokusu. Üzerlerine basılan ölü insanlar. Değersizleşen hayatlar…
Sadece işimi yaptım. Küçük kız… Kaçıyordu. Oraya girmeseydi, adamın dikkatini çekmezdi. Vurulacağını tahmin edemedim mi? Ettim mi? Bekledim. Adım adım görüntüledim. Ölümü.
İpleri kesilen bir kukla gibiydi. Başı geriye düştü, bacakları kıvrıldı. Yığıldı yıkık duvarın dibine. Alnında küçük kara bir delik…
Arkamı dönüp gitseydim daha mı masum olacaktım? O ülkeye gitmeseydim, fotoğrafçı olmasaydım, bu dünyada yaşamasaydım…
Ben o katilin yandaşıyım. Onun inandığı şey için neler yapabileceğini belgeledim. Ölümü meşrulaştırdım. Alkışlandım, ödüllendirildim.
Ben katilim.
BENİ DE…
VAHİT KOÇ
Galiba hayatı yalnızca bir defa görmüştüm. Tek bir defa. Küçük bir ayak olmuş koşuyorduk. Koşan oydu, belki de bendim. Korkuyla bakan oydu, belki de bendim. Kurşun yiyen oydu, belki de bendim.
Beni en uzaktayken, en karanlıktayken, kendime en yabancıyken buldu hayat. O kadar tezattım ki kendiliğime, ancak bu zehir içinde görünebilmişti bana hayat. Bütün yabancılaşma, bütün yabancılaşanlar bende toplanmıştı. Bütün bir insanlık alnından vuruluyordu. Herkesi fotoğrafladım ben. Hepimizi ifşa ediyorum. Hayatı ben yalnızca orada gördüm.
Belki bu evren sonsuzdur belki sonludur. Belki bizler birer biyolojik üniteyiz yitip gidenleri istatistik sayan. Belki bir yerlerde bir tanrı vardır. Belki bir gün yanıp kül olacak bir gezegende yaşıyoruz. Belki sağlığımız için bir şeyi dramatikleştirmek yanlıştır. Öyleyse neden küçük gözlerin lakayt göz bebeklerinden dünyayı seyreden bendim? Hayır, hayır! Bir yerlerde bir asalet var. Ne var ne yok bilmiyorum, ama bir yerlerde yüce duygular var. Herkese kendi olsun diye görünmeyen duygular.
Ekmeğinin özü ben olsaydım, kaygılı bakan göz bebeklerin ben olsaydım. Minnacık ayaklarının bastığı taşlar ben olsaydım. Yıkılmış o masumiyetin dayandığı duvar ben olsaydım. Saçlarının düştüğü alın ben olsaydım. Ey Tanrım, beni de küçült, benim de elime bir ekmek torbası ver. Beni de kaygıyla koştur, beni de alnımdan vurdur. Sonra yeniden dirilt, aynı zehiri bir defa daha içir. Sonra yeniden dirilt, bir daha, bir daha, insanlık sayısınca, benciller sayısınca, seni tanımayanlar sayısınca…Ben herkesi gördüm, herkes sayısınca bir duvar dibinde kuru ekmekler arasına yuvarla beni.
ANLAŞMA
Can Yıldırım
“Her şey o mükemmel ‘an’ı yakalayabilmek içindi. Ne kurşunlar ne de gözyaşları. Biliyordum bu pozun beni beklediğini. Tüm meslektaşlarım korkup saklanacak delikler arasalar da ben daima üzerine gittim kurşunların. Ve o an fısıldadı şeytan: “İşte senin sıran.” Anlaşmamızı yapmıştık. Bana en güzel pozu verecekti, o kadar heyecanlıydım ki karşılığında vereceklerimin farkına varamamıştım. İşte o anda gözleri gözlerimi buldu o tatlı meleğin. Haykırıyordu sessiz sedasız ruhumun derinliklerine. Başına dayanmış tüfekten kurtarmamı bekliyordu sanki. Parmaklarım kilitlendi adeta. Gözlerim bir çift masum göze kenetlendi. Ve anlaşmanın bedeli: En büyük ödüle karşılık sadece orada kalakalmak. Gözlerim karardı, dünya durdu, sesler kesildi adeta. Kendime gelmem için gereken tek sesti deklanşörün sesi. İstemsizce basmıştı parmaklarım ve gözlerimi açtığımda tek gördüğüm şey artık haykırışı kesilmiş bir çift gözdü.”
Bu konuşmayı yapabilecek gücü kendimde bulabilecek miyim o sahneye çıkıp karşımdaki binlerce gözün içine bakarak, yoksa resmi görür görmez şeytanla yaptığım anlaşmaya bir kez daha lanet edip çekip gidecek miyim o salondan? Sadece şunu öğrendim küçük meleğim, çocukları küçük mermilerle vurmuyorlar.
KADRAJ
ÖZLEM KİPER
Sevgili Çocuk,
Sana güneşli bir öğle sonrasında, kendimden bahsetmek isterdim. Çocukluğumdan, hayallerimden, olmak istediklerim ama olamadıklarımdan… Senin için eğlenceli hikâyeler düşler, anlatırdım. Hatta fotoğraf makinemi eline verip, zamanı nasıl durdurduğumun, anı nasıl yakaladığımın sırlarını söylerdim sana. Hoşuna giderdi, belki gülerdik. Sen kahkahalar atarken ben senin resmini çekerdim. Belli mi olur sonra fotoğraf çekmeyi sever, sen de benim gibi bir savaş muhabiri olmak isterdin. Ben sana “Tutkularının izinden git, onlar sana ne olman gerektiğini söyler” derdim. Heyecanla açardın güzel gözlerini, umut dolu bakışlarını saçardın etrafa. İşte o zaman, ben de böyle uyanmazdım hep aynı sabahlarıma çocuk. Her bitmez gecenin sabahında, kendi gözlerimde asılı kalmış, o hiç büyümeyecek gözlerine bakmazdım. Hiçbir makyajın kapatamadığı acılarım, tahammülsüzlüklerim, senin yaşama son bakışın çocuk, senin yaşama öyle son bakışın olmazdı yüzümde. Sen büyümeye, umut etmeye, hayal kurmaya devam ederdin. Birlikte, sınırları çizilmemiş, kaçanın kovalayanın olmadığı bir dünyada, güzel olan her şeyde durdururduk zamanı. Yeni doğmuş bir kedi yavrusunun, gözlerini ilk açarkenki fotoğrafı ödülümüz olurdu. Senin yaşama son dokunuşun olmazdı ödülümüz çocuk.
GÖZLER
YEŞİM CİMCOZ
Nereye bakıyorsun? Bakarken neyi görüyorsun? Beni mi? Görmeyi mi unuttun, nasıl yapıldığını mı hatırlamıyorsun artık? Gözlerin delip geçiyor kameranın içinden ve ulaşır bana diye bekliyorum. Alnımdaki namlunun soğuğu yavaş yavaş doluyor insan bedenime, çekiliyor parmaklarım, bacaklarım ve son defa bakıyorum senin gözlerine, görürsün belki diye, ama çoktan benim içimden geçmiş o bakışların, artık aynada kendine baktığını anlıyorum, son nefesimi kamerana hapsediyorum. Duvarın dibinde yığılmış, alnımda kanlı bir delik, gözlerimi senin kalabalığında açıyorum tekrar. Şimdi görürler merak etme diye fısıldıyor son nefesim kulağıma. Gülüyorlar, alkışlıyorlar, gözleri parlıyor ve anlıyorum ki onlar da görmeyi unutmuşlar. Nefesim gözlerimi bırakıyor.
DEKLANŞÖR
SEMİH UÇAR
“Objektifi -namluyu doğrultur gibi- doğrultur, tetiğe basar gibi de deklanşöre basarsınız.” Tarık Buğra
Bir uçak eğer düşüşe geçmiş ve hızla alçalıyorsa; yaşamla ölümü birbirinden ayıran çizgi, yavaş yavaş yanıp kendini eriten bir dinamit ipi gibi gözden kaybolmaya başlar. O sırada dinamitin ucunda oturmuş bekleyen insanın hayatta kalması için ise tek yol vardır, o da paraşütle atlamak.
Şimdi söyleyince garip gelecek ama, önceleri ne zaman fotoğraf çeksem; kendimi, hızla düşen bir uçaktan atlamış ve paraşütle yavaşça yere süzülen biri gibi hissederdim. Çünkü nasıl, bir fotoğrafın sadece fotoğrafçının kafasında bir tasavvur olmaktan çıkıp canlı kanlı hale gelerek yaşaması için fotoğrafçının deklanşöre basması gerekirse, paraşütün açılması için de paraşütün deklanşörünün çekilmesi gerekir. Benim de bu isim benzerliği çok hoşuma gider, kendimi fotoğraf çekmenin düşen uçaktan paraşütle atlamak gibi yaşamla birinci dereceden akraba olduğuna safça inandırır, her deklanşöre basışımda ölümün, en çok da kendi ölümümün karşısında, yaşamın ise yanında bir şey yaptığımı düşünerek mutlu olurdum. Ta ki elinde tuttuğun o fotoğrafı çektiğim güne kadar… Bir insan yerdeyken, sağken, yaşıyorken bir paraşütün deklanşörünü çeksin ve bu paraşüt onu bulunduğu yerden alıp, hızla düşen bir uçağın içine götürsün. Böyle şey olur mu hiç?! Oldu, o gün oldu…
Bu fotoğrafı çektiğim günden beri, bir gözümü kapatıp fotoğraf makinemin içinden dünyaya bakma düşüncesi, bir gözünü kapatıp silahıyla insanları hedef alan bir adam düşüncesiyle birbirine karışıyor. Makinemin içinden gördüğüm benim görüş alanımla bir silahlının silahının gerisinden gördüğü görüş alanı zihnimde yer değiştiriyor. Rüyalarımda kendimi birisinin fotoğrafını çekerken görüyorum. Sonra bir bakıyorum; makinem bir silaha dönüşmüş, önümde durup fotoğrafının çekilmesini bekleyen de yine benmişim, kendimmişim. O güne kadar, insanın fotoğraf makinesiyle kendini dahi vurabileceği hiç aklıma gelmezdi…
Biliyor musun, bir savaşta yaşamaya dair hiçbir şey göremezsin ve başına silah dayanmış bir çocukla göz göze gelmeyi asla istemezsin. O fotoğrafı çektiğim zaman deklanşöre bastım ama paraşütüm açılmadı.