ne yazıyorsun, diye sordu bir arkadaşım. hiç, dedim, hiçbir şey yazmıyorum. çok da rahat söyledim bunu, bana öyle geldi en azından. yazmayı düşündüğüm, başlayıp bıraktığım beş proje var. ya bende bir bokluk var, ya da projelerde, emin değilim, ama hiçbirine gitmiyor kalemim. işte öyle birşey…
aklıma, vaktiyle radikal kitap'ta çıkan bir yazım geldi bu konudaki. kendimden iktibas etmem ters karşılanmaz umuduyla alıyorum buraya. kendimi yazmamakla tanımladığımdan değil tabii, “ne çok yazıyorsun” şikayetleri almış biri olarak buna kalkışmam terbiyesizlik olurdu herhalde. yine de, artık hiçbir şey yazmasam diye düşünürken yakaladığım oluyor kendimi; kimse için fark edeceğinden değil de, acaba benim için fark eder mi, diye düşünüyorum sonra…
* * *
Truman Capote’nin yaşamından bir dönemi konu alan Capote, bir süre önce Türkiye’de de gösterime girdi. Filmde Capote’nin New York Times’da okuduğu bir “üçüncü sayfa haberi”nin peşinden giderek ve yıllarını vererek In Cold Blood’ı (Soğukkanlılıkla), kendi deyimiyle “kurgusal olmayan ilk roman”ı ortaya çıkarışını izleyenler, Capote’nin yanında dolaşan, onun asistanlığını (ya da Capote’ye göre sekreterliğini) yapan ve sonunda kendi kitabını yayımlayan kadını belki merak etmiştir, belki de etmemiştir.
Harper Lee, Capote’nin çocukluk arkadaşıydı. 1957 yılında Amerika’nın Güney eyaletlerindeki yaşamı konu alan bir dizi öykü yazıp J.P. Lippicott & Co. yayınevinin kapısını çaldı. Yayınevinde Harper Lee’yle ilgilenen editör Tay Hohoff, yazar adayından bu öyküleri bir romana dönüştürmesini istedi ve sonuçta ortaya, 1960 yılında yayımlanan To Kill a Mockingbird (Bülbülü Öldürmek) çıktı. Yayımlandığı anda çoksatar haline gelen ve Amerika’da hala çok satan, okullarda okutulan, piyes olarak oynanan bu kitap, 1961 yılında yazarına Pulitzer Ödülünü kazandırdı ve 1999 yılında Library Journal’ın düzenlediği ankette “Yüzyılın En İyi Romanı” seçildi.
Harper Lee, 1964’te verdiği ender söyleşilerden birinde, bu başarının kendisini çok şaşırttığını ve elini kolunu bağladığını söylemişti – nitekim o zamandan bu yana yeni bir kitabı yayımlanmadı ve böylece, tek ya da az sayıda kitap yayımlayıp “yazmayı bırakan” yazarlar arasına katıldı. Bu listede pek çok ünlü isim var elbette – J.D. Salinger, Ralph Ellison, Henry Roth ve Tillie Olsen bunlardan bazıları. Şöyle sorular uyandırıyor bende bu liste: Yazmayı bırakmak ne demek? Yazmamak, yazarlığa dahil mi? Yazmadıkları için de okuyor olabilir miyiz bu yazarları? Bir yazarın imgesiyle o yazarın gerçekliği arasındaki ilişki nedir?
Michel Foucault, 1969’da yayımlanan “Yazar Nedir?” başlıklı yazısında bu konuyu derinlemesine ele alıyordu. Foucault’ya göre önemli olan, gerçek insan olarak yazar değil, onun etrafında oluşturulan “yazar-fonksiyonu”ydu. Bu fonksiyon, kurumsal ve yasal söylemlere bağlı olarak ortaya çıkıyor ama bu söylemler arasında farklı nitelikler kazanıyor, kendiliğinden doğmuyor ve yazarla her zaman bağlantılı olmayabiliyordu.
Salinger örneğine bakalım. Salinger adının ya da “marka”sının tanımlayıcı özelliklerinden biri, yazarın onyıllardır hiçbir şey yayımlamaması, ortalıkta gözükmemesi, söyleşi vermemesi, fotoğrafını bile çektirmemesi ve özel hayatına girmeye çalışanları mahkemelerde süründürmesi. Bütün bunlar, yazmış olduğu dört kitaptan görünüşte bağımsız, hatta onlarla ilgisiz şeyler, ama aslında değil: Salinger’ın yeni birşey yayımlamıyor olması (ve hatta gizlice birşeyler yazıyor olma olasılığı), yazdıklarının ağırlığını ve gizemini arttırdığı gibi, kendi imgesinin çekiciliğine de büyük katkıda bulunuyor. Ünlü yazarların çoğunun, kendilerine özgü bir imge yaratmış olduklarını fark edeceksiniz: Salman Rushdie fetvasız düşünülemez; Burgess ve doktorların ona yanlış ömür biçmesi ayrılamaz bir bütündür; Borges kör kütüphanecidir vs.
Myles Weber’in yeni çıkan kitabı Consuming Silences (“Yoğun Sessizlikler”), okur olarak bizim, yazarların sessizliğini de bir metinmiş gibi okuduğumuzu öne sürerek konuya yeni bir açılım getiriyor. Henry Roth, onun ele aldığı sessizlik örneklerinden biri: 1934 yılında Call It Sleep (“De Ki Uyku”) adlı müthiş bir modernist roman yazan, ama ancak 1960’larda keşfedilen Roth’un aradaki yıllarda ne yaptığı, bir dönem büyük bir merak konusu oldu. Roth zamanının önemli bir bölümünü bu konuda açıklamalar yapmaya ayırdı; sonunda ortaya bir yazar imgesi çıktı: “Henry Roth” markası, (kendi isteğiyle) anti-Semitizm kurbanı Komünist bir yazar olarak kurgulandı.
İşin asıl ilginç kısmı bundan sonra başladı: Roth ilerleyen yaşlarında, yeni ve ilkinden daha da otobiyografik bir roman yazdı. Mercy of a Rude Stream (“Kaba Bir Nehrin Merhameti”) adlı binlerce sayfalık bu romanın ilk cildi 1990’da, karısının ölümünden sonra, ikincisiyse 1995’te, kendi ölümünden sonra yayımlandı. Yazarın suskunluğunun ve temkinliliğinin nedeni anlaşılmıştı: kızkardeşiyle epey uzun bir süre ensest bir ilişki yaşamıştı çünkü. Ne var ki bu veriyi yazarın imgesinin bir parçası haline getirmek için artık çok geçti; Henry Roth, bildiğimiz Henry Roth olarak kaldı. Yakınlarda yayımlanan ve “Henry Roth kimdir?” sorusunu eski imgeye bağlı kalarak yanıtlamaya çalışan bir biyografi de, gerçek yazarla imgesi arasında bir uyuşmazlık ortaya çıktığında gerçeğin her zaman galip gelmediğini kanıtlıyor.
Tillie Olsen de bu konuda çok çarpıcı bir örnek oluşturuyor. Olsen tek kitabını 1961’de yayımladı: Tell Me a Riddle (“Bir Bilmece Sor Bana”). Kitap, yazarının neden yazamadığını, hatta bundan sonra da neden yazamayacağını anlatan (“susturulmuş kadın yazar” imgesi) bir kitaptı ve feminist akademisyenler tarafından baş tacı edildi. Ne var ki Olsen bu temelin üstüne bir akademik kariyer kurdu: 1960’lar boyunca kampüs kampüs dolaşan Olsen, yazamamak üstüne yaptığı konuşmalarla ayakta alkışlandı, fahri doktoralar aldı. Herşey düzgün düzgün giderken bir pürüz çıktı: Olsen yeni bir kitap yazmak istiyordu. 1960’ların sonunda yayımlanan Silences: When Writers Don’t Write (“Sessizlikler: Yazarlar Yazmadığında”), yazarın kurgulanmış imgesine ağır bir darbe indirebilirdi (çünkü belli ki artık yazabiliyordu), ama öyle olmadı: Olsen kitabın büyük bir bölümünü başka yazarlardan alıntılarla doldurdu; kendi yazdığı kısımlar içinse bunların aslında yazılmadığını, bir konuşmasının “yazıya geçirilmiş hali” olduğunu belirten bir not düştü. Böylece hem yeni bir kitap yayımlama arzusunu tatmin etti, hem de imgesini korudu.
Harper Lee’ye dönecek olursak: Lee, yazmamanın yazarlığa dahil olduğunu, hatta kimi zaman, kimi yazarlar için yazarlıklarının tanımında yer aldığını belki de çok iyi biliyor. Kamuoyundan uzak duruyor, dergi ve gazetelere söyleşi vermiyor, ama yazarlık imgesine halel getirmeyecek ölçülerde insan içine çıkıyor, adına düzenlenen kompozisyon yarışmalarında jüri üyeliği yapıp lise öğrencilerinin, kitabıyla ilgili yazılarını okuyor, onlarla sohbet ediyor. Böylece istisnalar kaideyi bozmuyor, tam tersine o kaidenin kaidesini oluşturuyor.
Cem Akaş
Kaynak: cemakas.com (09 Şubat 2012)