Figen Alkaç’ın öykülerini okumaya başladığımda daha ilk satırlarda içsel bir yolculuğa çıkacağımı hissettim.
Zarife’nin içe dönmeleri ile yolculuğum derinleşti. Annesine sesini duyuramayan, kardeşlerinin bir kuyuda ölüme terk ettiği Yusuf gibi, hayal kırıklıkları ve yalnızlıkların üstesinden gelmek için tekdüze bir döngüye dönüşen hayatından Cinci Kadriye’nin ipine tutunarak hayatta kalmayı başaran Zarife. Zarife’nin hikayesi; kendi hikayesini yazamayanların, yazsa dahi gizli özne olanların, hayatı yakalamak için uykuya kaçanların hikayesidir.
“Fenalığı Az Yabancı” öyküsü, annelerin kuşaktan kuşağa kızlarına genleriyle aktardığı mutsuzluk halini düşündürdü bana.
Yaşam bir ipse üstünde yürümek marifet ister. “Aşağı bakma, daima ileri bak ve gülümse.” Bu olsa olsa bir akrobatın mottosu diyebileceğimiz sözcükler değildir aslında, çoğu insanın mottosudur. Peki, mümkün müdür bir ipin üstünde yürüdüğünü bildiğin halde başının dönmemesi, midenin kasılmaması? Hiç yılmadan, tıpkı bir akrobatın disiplin ve ısrarı ile tekrar tekrar denemeli ve vazgeçmemelisin. Belki altta bir ağ olsa daha kolay olurdu. O zaman bacağın titremez, miden kasılmazdı.
Yaşam yolunda yürümek daha zordur. Düştüğünde seni tutacak bir ağ yoktur. Sen heyecanlısındır ve karşıya geçmekten başka şansın olmadığını iyi bilirsin. Herşeye rağmen hayata inanmak zorundasındır. Düşmeyeceğine inanmak ve böyle düşününce ince bir ip değildir yürüdüğün artık geniş bir yoldur. Kenarlarında uzun kavaklar olan geniş bir yol. Saçlarında tatlı bir esinti hisseder ve geriye dönüp bakarsın. Göz göze gelirsin annenle. İstediğin “devam et” bakışına ihtiyacın vardır. çünkü bakmak çok şeydir. Bakmak da bir dokunmaktır, cesaret verir. İşte o anda kuşaktan kuşağa aktarılan gen, yüzyıllardır sessizliğini koruyan fay hattı gibi harekete geçer. Nadiren şöyle fısıldar “Ben geçtim, sen de geçebilirsin.”
Fenalığı Az Yabancı öyküsünde ise Sünbül kendisine bakan kızına güven vermez. Geçmişte ya başarısız olmuştur ya da o ipten geçmeye yeltenmemiştir. Çünkü cesaret etmek kadın için zordur. Zorluk sadece kendinden ya da korkularından ötürü değildir. Sokaklar, komşular, korkan diğer kadınlar, korkmayanı yargılayan kadınlar, erkekler ve herkesten ötürüdür. Korkan korkutur ve ben hiç denemediği için bu kadar öfkeli kadınlarla karşılaştım kitapta.
Bir kıyıda akşamüstü uzaktan geçen gemileri izlerken, hayat yorganın kenarındaki leke gibi saklı durur her daim. Elbisendeki sabun kokusudur hayat. Sen annenin hayatını tekrar ederken karşı kıyıdaki hayatları merak edersin. Böylece kuşaktan kuşağa aktarılan mutsuzluk kat kat olur, nefes alamayacak hale gelirsin. Belki bu yüzden sonunda dilini çekip kopartmaya çalışırsın. Bu belki isyandır belki de kendini reddetmek.
Öyküler ardı ardına gelirken benzer duyguları yaşadım. Gerçek ile hayal arasındaki köprüyü kaybettim. Yazar bazen nesneleri kullanarak köprüleri başarı ile inşa ediyor. O nesneler çoğunlukla yazarın iç sesi olup size fısıldıyor.
Bir öyküsünde “Ben hala niye öğretilmiş bir dille algılıyorum hayatı? Yeter artık yeter!” diyerek gözyaşlarında boğulan Gülper’e de hak verdim. Uzun süre bu cümle üzerinde düşündüm. Çoğu zaman kendimizi ifade edemediğimizi, sözcüklerimizin kimi zaman kifayetsiz kaldığını düşünerek hayıflanırım. Bu cümleyi okuduğumda sonunda hazineyi bulan define avcısı gibi mutluydum. Kısıtlı sözcüklerle zincirlenmiştik. Herkes gibi düşünmek çoğu zaman kolay olan olsa da bize dayatılanı reddetmek yeni söylevler geliştirmek lazım.
Kaynak: Bela Davulları, Figen Alkaç, Yitik Ülke Yayınları, Öykü, 128 s. Temmuz 2007
edebiyathaber.net (17 Mayıs 2023)
““Bela Davulları” üzerine | Seçil Duyan” üzerine bir yorum