Dağın yamacına kurulmuş organize sanayi bölgesinde onlarca irili, ufaklı fabrika vardı. Yusuf, güzellik ürünleri üreten işyerinin pudra, allık bölümünde çalışıyordu. Sabah güneş doğmadan evden çıkıp fabrikanın yolunu tutuyordu. Kart basmakta bir dakika gecikse hem ücret kesiliyor hem de ustabaşı esaslı fırça çekiyordu. En büyük korkusu kapının dışındaki işsizlerdi. Memleketlisi ustabaşından sebep işe alınmıştı. İki lafın başında bu durumu ona hatırlatan konuşmalar yaptığından, korkuyu boynuna asılı madalyon gibi taşıyordu.
Fabrika kapısına yaklaştığında her sabah karşılaştığı esmer güzeli genç kızı gördü. İçindeki kıpır kıpır sevincinin kalp atışı dışarıdan duyulacak endişesindeydi. Fabrikaya girerken kenara çekilip ona yol verince kız gülümsedi. Heyecandan bedeni kısa devre yapmış gibi yanıyordu. ‘İlk fırsatta bu kızın hangi bölümde çalıştığını öğrenmeliyim,’ diye düşündü.
Yusuf, ağır pudra bidonlarını iki büklüm taşırken zor adım atıyordu. Ustabaşı, çalışanlara sebebi belirsiz bağırıp çağırdığında kıyı bucak kaçacak yer arardı. Öğlen on beş dakikada yemeğini yedi. Molanın bitmesini beklemeden yerine dönmek için yemekhaneden çıktı. Sabahki kız, elinde boş çay bardaklarının olduğu tepsiyle karşısında duruyordu. Gözünü ondan ayıramadı. Mahcup bir ifadeyle gülümseyerek bakarken, iş önlüğünün üstünde Gülpembe yazdığını gördü.
Kendi bölümüne geldiğinde pudranın yarattığı toz bulutundan göz gözü görmüyordu. Havalandırma yeterli değildi, maske takarak çalışıyorlardı. Ustabaşı yanına yaklaştı. “Yusuf hemen odama gel,” dedi. Hızlı adımlarla yürümeye başladılar. Nefes almakta zorlanıyor, korkudan kalbi sıkışıyordu. Sanki sesi içine kaçmıştı. Tek kişinin zor sığdığı odaya girip ayakta beklemeye başladı. Ustası koltuğunun arkasına yaslandı,
-Oğlum üç senedir fabrikada çalışıp ekmek paranı kazanıyorsun, bir şikâyetin var mı?
-Yok, Allah razı olsun. Sayende karnım doyuyor.
-Memleketlimsin. Ben hep arkandayım ancak senden bir şey istiyorum. Son günlerde bilmem farkında mısın, üretimdeki kadınların bir kısmı sendikaya üye olmuşlar. ‘Ücretimizi arttırın, molaları uzatın, tuvalet için izin almak zorunda kalmayalım,’ diyorlarmış. Ama hepsi bahane, terörist bunlar terörist. Senin de beynini yıkamak için yanına gelirler, onlara ‘haklısınız’ diyecek, sonra da isimlerini bana bildireceksin. Elebaşlarının bazılarını ben tespit ettim. Yarın sabah kendilerini kapının önünde bulacaklar. Anlaştık, tamam mı?
Yusuf duyduklarından panikleyip “Tamam Usta,” derken sesinin titremesini bastırmaya çalışarak, odadan çıktı. Arkadaşları aslında patronlardan isteklerinde haksız değillerdi. Kendisi de ağır kaldırmaktan belindeki ağrılara dayanamayıp, hastaneye gitmişti. Doktor 1 haftalık rapor verip, yatması gerektiğini söylemişti. İşyerine raporu getirdiğinde ustabaşı ”Aklına esen rapor alıyor, iki gün yatıp üçüncü gün işinin başındasın” demişti. Eve gittiğinde amcasına bu durumdan şikâyetçi olunca, kendisine hak vereceğini sanmıştı. O da “Üç gün yün kuşağımı beline sar, bir şeyciğin kalmaz” deyince, hayal kırıklığına uğramıştı. Yusuf amcasının hiçbir sözüne itiraz edemezdi. Aybaşında maaşını alır, sigara parasını kendine ayırdıktan sonra kazandığı üç kuruşu da onun eline sayardı. Anne, babasını beş yaşında kaybetmişti. Amcası babalık yapmıştı. Sert mizaçlıydı. Evde kimse ona karşı gelemezdi. İş yerinde ustabaşından, evde de ondan korkardı. Böyle anlarda başı önünde küçük odasına çekilirdi. Başucundaki anne babası ve kendisinin çok küçükken birlikte çektirdiği siyah-beyaz fotoğrafa baktı. Korkularını isyanını, itirazlarını anlattıktan sonra uykuya daldı. O gece fabrikadaki arkadaşları ustabaşına kendisinin onları ispiyonladığını öğreniyorlardı. Rujları boya kazanına sokup çıkarıyorlar, bidonlarındaki pudraları üstüne döküp alay ediyorlardı. Bağırsa da sesi çıkmıyordu. Ter içinde gözünü açtı, her şeyin rüya olmasına şükretti.
Sabah evden telaşla çıkıp fabrikanın önüne geldiğinde, polis minibüslerini görüp şaşırdı. Kapıda 2 erkek 15 kadın işçi “Hakkımızı istemek suç mu? Sendika çalışanın hakkıdır. Kıdem tazminatımızı almadan bu kapının önünden ayrılmayacağız,” diye bağırarak içeri girmek için polis ve fabrika güvenlik görevlileri ile tartışıyorlardı.
Yusuf, başı önünde duyduklarını unutmaya çalıştı. İşten atılanları fabrikanın dışında bırakarak, içeri girdi. İşinin başına geçip ağır bidonları taşımaya başladı. Az sonra, ustabaşı odasına çağırdı.
-Oğlum fabrika kapısından içeri girmek isteyenler sendikaya öncülük yapanlar, işten çıkardık. Ancak halen fabrikada onlarla işbirliği yapanlar var. İki gün içinde senden isimlerini bekliyorum. Köklerini kurutacağım.
O sırada kapı açıldı, Gülpembe elinde çay tepsisi ile odaya girdi. Yusuf, konuşulan her şeyi bir anlığına unutmuş, göz ucu ile ona bakıyordu. Ustabaşının sesi ile kendine geldi.
-Tamam, oğlum, dediklerimi unutma. Haber bekliyorum senden,
– Elimden geleni yapacağım.
Odadan çıkarken kendini kapana sıkışmış gibi hissediyordu. Bugüne kadar kimseyle samimi olmamıştı. Sadece verilen her işi yapmış, amcasının sözünü dinlemişti. Yine de bela gelip kendisini bulmuştu. Tanımadığı insanlara iftira atarak günah işleyecekti. ‘Ben bir korkağım, dışarıdakiler cesur, nasılda hakları için direniyorlar. Ben bir korkağım!’ diye içinden geçirdi.
Yusuf, öğlen yemek molasında yemekhanenin camından baktı. Fabrikanın demir parmaklı kapısının çim halı ile kapatıldığını gördü. Yemek masasındaki işçiler kendi aralarında hararetli bir şekilde “Dışarıda bekleyen arkadaşlarımızı görmeyelim diye yapıyorlar, korkunun ecele faydası olmayacak,” diye konuşuyorlardı.
Akşam işten çıktığında fabrika bacalarının dumanı ile sobaların kömür kokusu birbirine karıştığı için, ciğerinin yandığını hissetti. Otobüs durağı yine çok kalabalıktı. Bekleyenler arasında gözleri radar gibi Gülpembe’yi seçti. Başı ile selam verip gülümsedi. Kız da kayıtsız kalmadan karşılık verdi.
Yusuf, “Hayırlı akşamlar yolculuk ne yöne ?”
“Barış Mahallesine gideceğim.”
“Bende, senin mahallenin yakınında oturuyorum.”
“Kaç yıldır bu fabrikada çalışıyorsun?”
“İkinci yılım yakında doluyor.”
“İşinden memnun musun?
“Allaha şükür, daha iyisini nereden bulacağım. Ustabaşı amcamı memleketten tanır. Beni oraya yerleştirdi. İdare ediyorum.”
“ Ben beş yıldır çalışıyorum. Ücretim her sene iki kilo patates alacak kadar artıyor. Çalışma saatleri çok uzun, fazla mesai yaptırıldığı halde ücretini alamıyorum. Pudra bölümünde havalandırma olmadığı için, çalışanlar sık sık ciğerlerinden hastalanıyor. Ancak sendikalı olursak bu durumlar değişecek diyorlar. Sendika konusunda sen ne düşünüyorsun ?”
“Ben öyle şeyleri ne anlarım, ne de karışırım. Amcam da uzak durmam için sıkı sıkı tembihledi.”
“Senin her şeyine amcan mı karar veriyor, kendi düşüncen yok mu ?”
“Bu koca şehirde bir amcam vardı, şimdi bir de sen oldun,”
“Nasıl yani ?”
“İlk gördüğüm günden beri aklıma düştün. Senden başka bir şey düşünemez oldum. Şu kısacık ömrümde kendimi hiç böyle hissetmemiştim.”
“Ben seni hiç tanımıyorum, isteyip istemediğimi hiç sormuyorsun. Ayrıca fabrikaya işe girmek için abilerimi zor ikna ettim. Beş dakika eve geç kalsam cehennem zebanisi gibi sorguya çekiyorlar.”
“Tamam, haklısın sen nerede istersen orada görüşürüz. Beni daha iyi tanırsın. Hafta sonu, yanına ağzı sıkı güvendiğin kız arkadaşını da alırsın, böylece evden kolay çıkarsın. O yan masada oturur biz seninle sohbet ederiz.”
“Aniden söyleyince şaşırttın, biraz düşünmem lazım. Bakarsın her şeyine karışan amcan, beni istemez.”
“ Amcam da iki lafında bir artık evlenme yaşın geldi diyor.”
Konuşmalarını hızla yaklaşmakta olan otobüsün sesi böldü. Durakta bekleyenler birden hareketlenmişti. Dışarıda kalmamak için sağ sol omuz hareketleri ile birbirlerini itip, otobüsün içine girmeye çalışıyorlardı. Konserve kutusu gibi istif oldukları halde şoförün “ilerleyin beyler” çağrısına karşılık otobüsün içinden “üst kata mı çıkalım ?”diye dalga geçen sesler duyuldu. Yusuf, kimsenin Gülpembe’sine dokunmasını istemediğinden kolları ile kendini siper ediyordu. Kızdan önce otobüsten inip aşağıdan el salladı. Onun da sıkıştığı koltuğun arkasından gülümsemekle yetindiğini gördü.
Yusuf, hızlı adımlarla eve doğru yürürken, kendi hayatı ile ilgili ilk defa bir karar verdiğini hissediyordu. Kapıyı sessizce açıp içeri girdi. Salondan amcasının seslendiğini duydu, yanına gitti. Ondan başka kimsenin oturmaya cesaret edemediği koltuğunda televizyon izliyordu.
“Oğlum, bugün bizim memleketlilerin kahvesine uğradım. İşçiler atılmış, fabrika karışmış. Sen hiç bir şey anlatmıyorsun bana, neler oluyor orada?”
“Amca, benim de düne kadar hiçbir şeyden haberim yoktu. Bu şehrin kadınları da bir değişik, imza toplayıp sendikaya üye olmuşlar. Patronda hepsini kapının önüne koy verdi.”
“Sakın ha oğlum uzak dur. Senin de beynini yıkamaya çalışırlar.”
“Merak etme amca, nasihatlerin hep kulağımda.”
Yusuf’un o sırada televizyondaki reklamlara gözü takıldı. Fabrikada üretilen ojelerin, rujların, pudraların markalarının isimlerini gördü. Daha bir dikkatli bakmaya başladı. Mankenler göğüslerine kadar açık elbiseler ile kırmızı halıda yürüyorlardı. “Tövbe, tövbe ne biçim giyinmişler. Kim bilir kaç para almışlardır,” diye düşündü. Amcasından izin isteyip küçük sığınağı olan odasına girdi. Başucundaki fotoğrafı eli ile okşayıp, “Anacığım gelinin senin gibi esmer güzeli, keşke hayatta olsaydın ilk önce seninle tanıştıraydım” dedi. O gece küçücük odasında ilk kez yalnız olmadığını hissetti.
Sabah gün ağarmadan içindeki heyecanına gem vurarak evden çıktı. Durakta gözü Gülpembe’yi aradı ama göremedi, beş on dakika daha bekledi. Yaklaşan otobüse zorla bindi. Fabrikaya geldiğinde kapının önünde işten atılanlar soğuğa karşı korunmak için çadır kurmuşlardı. Büyük bir varilin içine odun atarak ısınmaya çalışıyorlardı. Mor kartonların üstüne “Kadını pudra, allık değil direniş güzelleştirir”, “Yaşasın kadın dayanışması”, “Asla yalnız yürümeyeceksin” yazmışlardı. TV kanalları da işçi kadınlarla konuşuyordu. Gülpembe’nin çadırın önünde işten atılan kadınlar ile sohbet ettiğini gördü. ‘Ustabaşı inşallah görmemiştir. İçeri girer girmez uyarıp, onlardan uzak durmasını söyleyeyim,’ diye düşündü.
İki günlük süre dolmuştu. Yusuf, ters lale gibi başını eğip ustabaşının odasına girdi. Bir gün önce yemekhanede yemek yerken, sendika ile ilgili konuşan üç kişinin ismini söyledi. Adam yazdı. Gülpembe kapının aralığında elinde çay tepsisi ile bekliyordu. Arkadaşlarını ispiyonladığını duymuştu. Dünkü sevecenliğinden eser yoktu. Çayları masaya bırakırken kızgın bir ifadeyle kendisine baktığını gördü.
Ustabaşının odasından çıkarken halatından kurtulmuş kayık gibi sallanıyordu. Denizin derinliklerinden başını dışarı çıkarmak isterken, korkaklığı yakasını bırakmıyor, dibe batıyordu.
edebiyathaber.net (18 Mayıs 2023)