Emrah Polat’ın, “Kimliğimi Kaybettim, Hükümsüzdür!” adlı kitabın yazarı Gündüz Vassaf’la gerçekleştirdiği söyleşi.
“Her dönem, zamanın ruhuna, düzenine göre tarihini icat ediyor.”
E. J. Hobsbawn, Milletler ve Milliyetçilik adlı kitabında, “Milletlerin, milliyetçiler tarafından icat edildiği” tezini savunur. Tarihi farklı bir gözle değerlendirmesiyle bilinen Gündüz Vassaf, Radikal gazetesindeki kimi yazılarını derlediği, Kimliğimi Kaybettim, Hükümsüzdür! adlı kitabında bu görüşü benimsiyor gibi. Söyleşiye, yazarın konuyla ilgili duruşunu görmemize yol açması olası bir soruyla başlayalım istedik:
Sizce milletleri milliyetçiler, hadi sorumuzu biraz daha genelleştirip “kışkırtıcı” hale getirelim: Tarihi, tarihçiler mi “icat” ediyor? Ayrıca “nesnel” bir tarih yazımı olası mıdır?
Her dönem, günün, zamanın ruhuna, düzenine göre kendi tarihini icat ediyor. Odaklanmak istediği bir geçmişi abartarak bizlere işte bu senin tarıhin diyor.
Sovyetler Birliğinin yazdığı tarihle Vatikan’ın tarihi çok farklı. Türkiye’de cumhuriyet kurulunca koca bir Osmanlı tarihi yok sayıldı.
Kadınlar kimsenin tarihinde yok.
Ama İngiltere’de Quentin Skinner’ın öncülük ettiği şöyle bir tarih anlışı da var: Her dönemim vesikalarını, kitaplarını, olaylarını o dönemin bağlamı içinde anlamaya çalışmak. O dönemin ruhuyla, düşünce yapısıyla özdeşmek. Aşkın tarihini yazarken yola günümüzde aşkın tanımından yola çıkarsanız Beatles’ın şarkılarını Mısır’da firavunlara söyletmiş olursunuz.
Bu bağlamda milliyeçiliğin konumu da değişti. Avrupa’da ilk icat edildiğinde şairler, düşünürler, müzisyenler bu akımın peşinde seferber oldu. Milliyetçilik Avrupa’yı ortak dil ve din bazında farklı bayraklar altında kabileleştirerek yüzyıllarca süren Hristiyanlar arası din savaşlarını sona erdirdi. Bugünden bakıldığında maliyeti pahalı oldu. Üç yüz yıl sonra, 20. Yüzyılda bu sefer de bayrakları peşinde iki dünya savaşı çıkardılar.
Totalitarizm günümüzde ne gibi yüzlere büründü?
Giderek içselleştiriyoruz totalitarizmi. Eskiden egemen düzenler ideolojilerini, yaşam anlayışlarını kaba, fiziki güçlerini seferber ederek bizleri itaate zorlardı. Önce işkence ardından yasaklarla, mahpusluklarla. Yeni güler yüzlü totalitarzim bizi düzenin gönüllü kurbanları yapıyor. Propagandayla, reklamlarla, şarkılarla, filmlerle, değerlerini içselleştirtiyor. Medya düzenin en güçlü silahlarından.
Olimpiyatlarla ilgili görüşlerinizden yola çıkarak, olimpiyatlar için silahsız savaşın simgelerinden olduğunu ileri sürebilir miyiz?
Evet! Olimpiyatlar milliyetçiliğin bayrak yarışı. Sovyetlerle ABD arası soğuk savaş döneminde iki sistemin ideolojilerinin çarpıştığı, altın madalya uğruna yarışan gençlerin alet edildiği bir alandı. Hindistan’ın bu tuzağa düşmemesi bana hep ilginç, araştırılması gereken bir konu olarak gelir. Düşünün bir milyara yakın nüfusu var. İsterlerse başka ülkelere nal toplattırırlar. Ama onları bu bayrakların rekabet ortamında göremezsiniz. Ülkenin para birimi rupee de belki 20 küsur dil var. Milliyetçi akımlar azdırılsa belki iki yüz ayrı ulus devlet çıkar Hindistan’dan.
Başlarındaki en büyük sorun İngiliz emperyalizmin böl yönet politikasıyla yapay bir devlet olan Pakistan’ın da kurulmasına da yol açan Müslümanlarla Hindular arası dini çatışmalar.
Geç uluslaşmış bu ülke, neden “ulusal kimliği” üzerine tartışılmasına pek izin vermez?
Yeni aşıkların “Sen kırmızı mı seviyorsun, ben de” diyerekten aitliğin ancak tıpatap benzeşerek mümkün olduğuna inanmaları, benzeşmemeyi aşklarına ihanet saymaları gibi. Özetle genç bir ülke kendisine güveni olmadığından sımsıkı sarılır kimliğine.
Biraz safça olacak ama gene de sormak isterim: “Uluslararası dünyada”, İran’a yapılanla Suudi Arabistan’a yapılan muamele arasındaki fark neden kaynaklanır? Kitabınızda belirttiğiniz gibi; İran, her çağdaş cumhuriyette olması gereken bağımsız seçimler, yargı vs. modeline göre kurulmuşken.
Çıkar ve çifte standart. Suudiler her yıl milyarla dolarlık silah alımı yapıyor İngiltere ve ABD’den.
“Doğallığımızdan uzaklaştıkça ikiyüzlü oluyoruz” diyorsunuz. İnsanın “doğallığı” diye bir kategori olabilir mi yoksa bütünüyle toplumsal bir varlık mıdır insan?
Çok güzel bir soru. Doğal kelimesini müsrif bir şekilde heryerde kullanıyoruz.
Yoksa doğanın kendisi de değişken, biz de. Tek doğal olan değişkenlik aslında.
Benim demek istediğim daha çok kendiliğindenlik. Toplum ise bizden tersini bekliyor, normlarına uymamızı, uyum sağlamamızı istiyor.
O kadar ki bir işçi, memur, karnı acıktığı zaman yemek bile yiyemiyor. Öğlen saat 12’yi, paydos saatini beklemesi icab ediyor.
Söyleşiyi gerçekleştiren: Emrah Polat (10 Ocak 2011)