İnsan. Hayat demek. İnsan. Sevda demek. İnsan. Acı demek. İnsan hayal demek. Daha bir çok tanım yapabiliriz elbette ama insan şiir demektir dersek tam olarak ondan bahsetmiş oluruz. Onu, 3 yıl önce ilköğretim çağındaki öğrencilerimle buluşturmak için okuluma davet ettiğimde tanıma fırsatı bulmuştum. Daha 4.sınıf öğrencim Gamze’nin onlarca şiirini ezberlediği şairle göz göze gelmek öğrencilerim kadar beni de heyecanlandırmıştı. O anlar hâlâ içimde bir serinlik olarak durur. Bu yazının eleştiri yazısından çıkıp anı yazısına dönmemesi için o günden geriye kalanları kalbimde saklı tutup çağdaş şiirimizin önemli ismi Haydar Ergülen’le son kitabı Zarf üzerine yaptığımız söyleşiye geçmek istiyorum;
Göz göze değmiyorsa şiir niye, diyorsunuz Sis şiirinizde. Uzun zaman oldu kalemin de kâğıda değmediği. Mektup ve birbirine değmeyen gözler kader ortaklığı mı yaşıyor?
İnsanın her şeyde gözü kalıyor. Dünyada gözü kalıyor, bir insanda gözü kalıyor, bir şehirde, bir evde…gözü kalıyor da, kalemde kağıtta gözü kalmıyor! Gözü değmek kavramında söz konusu olan, elbette yalnızca gözler değil, ondan doğru gönüller, hevesler, yakınlıklar da var. Göz hem şahane, hem bahane, hem de vesile. Gözün gösterdiği başka bir şey daha var, görmek. Görmekle sezmek de kardeş. O yüzden göz görür, gösterir ve sezmeye yardımcı olur. Görmek ve sezmek yeterlidir, anlamak sonra gelir, üstelik de şart değildir. Anlamak anladığını vehmedene de, anladığımızı vehmettiğimiz şeye de ağır gelebilir, fazla olabilir, biz görebiliyorsak görelim ve sezmeye çabalayalım, kâfidir, diye düşünüyorum. Şiirin de varsa bir derdi budur zaten, anlamak veya anlatmak değildir, görmek ve sezmektir, eh bunlar da aslında az iddialı şeyler değildir.
Zarf’ta hayatın tüm renklerini yaşamak mümkün; hüzün, huzur, arayış, buluş, kaçış, sığınma, sorgulama. Boş sayfalara mısralarla yazılan bu duygular birer mektup halinde düşüyor okurun posta kutusuna. Nasıl bir duygu alıcısını bilmediğiniz kimselere mektup yazmak?
Şiir gibi bir şey! Böyle dersem, bundan şaiiranelik anlaşılmasın! Gerçekten de mektup ve şiir, ikisi de birbirini besleyen şeyler. Bir bakıma ikiz kardeşler, bir bakıma birbirini kaybetmiş kardeşler, belki bir bakıma da birbirini bekleyen şeyler. Yani doğal şeyler. İnsan insana bir mektuptur diye düşünürüm, birbirimize mektup gibi gönderilmişiz ve birbirimize şiir diye gönderilmiş olduğumuzu unutmamak, unutturmamak için yazdığımızı düşünüyorum bazen de. Sırlı olduğumuz için değil ama belki bir oyun gibi, birbirimizde sır bulunduğunu ve her birimizin bu sırlara vakıf olmak için, bu sırları açmak diğerine yöneldiğini düşünüyorum. Böyle düşünmek bana iyi geliyor. Yani şunun gibi: Hakikat diye bir şey var mıdır, yoktur, hakikat gerçek değildir yani. Biz onu ararız ama onun arayışındayız, hepimiz, ne iş yaparsak yapalım, neye çalışıyorsak çalışalım, hakikatın peşindeyiz, bulan var mı, hayır, peki biz bulabilecek miyiz, hayır Çünkü hakikat dediğimiz şey arayışın ta kendisidir, arayışın ama bulamayışın kendisi. Şiiir de mektup da bu yolda bizim hem kılavuzumuz, hem yoldaşımız, hem herşeyimiz, hem de hiçbir şeyimiz olarak yanımızdalar. O yüzden mektup yazdığım herkes yakından tanıdığım, yakından bildiğim kiimselerdir, pek çoıuyla hiç yüzyüze gelmemiş olsak da!.
“Sessiz sitemsiz yaşamak isterim”
Şiirlerinizde, her geçen gün hayatımızdan eksilen değerlere, yaşanamayan hayallere, söylenemeyen cümlelere göndermeler var. Modern zamanın hızında erittiğimiz hayata dair içlenişler. Sizin için şiir, yakınma mı, avuntu mu yoksa bir teselli midir?
Yakınma gibi mi anlaşılıyor? Eğer şiirlerim bir yakınma gibi anlaşılıyorsa bu beni üzer. Şikâyet ve yakınma duygusu benim yaşamımda da pek yoktur, pek yüz verdiğim duygular değildir. ‘Sessiz, sitemsiz’ yaşamak isterim. İsterim istemesine de, bu ‘çok çiğ çağ’da ve ‘çok çiğ insan’larla her zaman kolay olmuyor. Benim en çok yakındığım şey, bunu zaman zaman seninle de paylaştım sevgili Yusuf, dost dediğimiz yakınların uzaklığı, duyarsızlığıdır. O yüzden hala şaşırmaya devam ediyorum. Hiçbir şey beni şaşırtmıyor demek, herhalde velilere, bilgelere özgüdür, biz kendi mertebemizde olduğumuz için doğaldır ki yanılmak kadar şaşırmak da hakkımızdır.
Avuntu ve teselli diyelim o zaman…
Avuntu ya da teselli, evet bu ikisi benim şiirle yapmaya çalıştığım şeye daha çok uyar. Galiba şifa olarak değil, iyileştirici olarak da değil, ama hatırlatıcı olarak, bazen de ‘neyse’ diyerek, zaman zaman ucu ‘aldırma be kalender’e, ‘bu da geçer ya hu’ya varacak derecede bir ‘teselli’ ihtiyacı hasıl olur. Bu kendim için de geçerlidir, şiirimi okuyanlara da sanırım benden doğru geçen bir duygudur. Her şeyin geçici ve ödünç olduğu duygusu da, “Keder Gibi Ödünç” demişliğim de vardır, sanırım, bu teselliyi güçlendirir.
“Şiir bir annelik sanatıdır”
“Anneler olmasaydı şiir de olmazdı mektup da” Anne ve şiir. Türkçenin belki de en güzel iki kelimesi. Nedir bu birlikteliğin sırrı? Anne midir şiire en çok yakışan, şiir midir anneyi yansıtan?
Şiirin, bir ‘annelik sanatı’ olduğunu düşünmüş ve bunu dile getirmiştim. Çünkü ‘doğurmak’ eylemi herhalde başka tüm eylemlerden üstündür ve bir insanın bir insanı ‘var’ etmesi, içinden bir başka insana hayat vermesi de başka hiçbir şeyle ölçülemeyecek kadar kutsal bir eylemdir. Karşılaştırma yapmak bile doğru değil. Tanrı, varlık, varoluş, hakikat, dünya, yokluk… Ve bu neviden hangi temayla, hangi sorunla uğraşıyor olursak olalım, bunlar hakkında az, çok, naif, dolu ne söylersek söyleyelim, bir bakıma da, bazen açık bazen gizli/kapalı bir biçimde ‘anne’ye gönderir bizi yanıtlar.
Ben de şiiri annemin bahçesinden topladığımı düsünürüm, bazıları annesinin denizinden, bazıları dağından, meşrebine göre, toplar. Ben bir de annemin yerine şiir yazdığımı düşünürüm. O güzel olanı yapmıştır, dünyaya yeni insanlar getirmiştir, sözcüklerle uğraşmak da bana kalmıştır diye düşünürüm. Çünkü şiir başkadır, onu yazmak başkadır. Şairlerle şiir yazarlarının farkı da budur. Dünyada çok az şair bulunduğuna inanırım. Peygamberler gibi. Çünkü şair, şiir olmuş kişidir, Homeros’tur, Şekspir’dir, Yunus Emre’dir, Pir Sultan Abdal’dır, Mevlana’dır, şiir yazarlarıysa onu yazanlardır. Elbete ben de ikincisine mensubum. Diyeceğim, anneler şiirdir, yazan kızlar, oğullarsa şiir yazarı. Bu yüzden şiir annedir, anneden gelir, annelik sanatıdır.
Zarf’ı kapattığınızda bir şeyler eksiliyor içinizden. Bir çırpınışın, bir çabalamanın ağırlığını hissediyorsunuz omuzlarınızda. Nedir bu çırpınış neyedir bu çabalama?
İnsan bazen bir pul olmak istiyor, postaneye telefon parası ödemek için değil, benim mektubum geldi mi diye sormak için girmek istiyor. Mektup üstüne, zarf üstüne, pul üstüne çok yazı da yazdım. Bir bakıma mektuptur, trendir, avludur, eski şehirlerdir, benim galiba yazı ve şiir gözdelerim. Onları hem eski dünyanın kıymetlileri olarak, yani nesne değeriyle ele alıyorum, ama daha da önemlisi onlarla ve onlar üzerinden başka bir dünyanın mümkün olduğunu söylemeye çalışıyorum. Eskiden olmuş, hala olabilecek bir dünya tasavvuru bu elbette. Herkesi kendi gerçekliği içinde görmek, kabul etmek ve oradan doğru sezmek, olabiliyorsa da sevmek. ‘Eksilen şeyler’ belki de, artık zarfın yalnızca kitaplarda kalıyor, içlerinde yazılmış ama gönderilmemiş mektuplar duruyor almasındandır.
17 Ağustos depremi, Sivas katliamı, siyasî depremler (Doğu’da yaşanan dramlar ve yansımaları) gibi sosyal acıları tekrar yaşıyoruz mısralarınızda. Sizce şiirimiz yeterince ses olabildi mi bu yaralarımıza?
Bu saydıklarınızın yanında, belki biraz daha örtük biçimde, Türkiye’de 30 yılı aşkın süredir yaşadığımız savaş, fail-i meçhuller, yargısız infazlar, askeriyle, genciyle,Türk’üyle Kürd’üyle binlerce insanın öldürülmesi, yakılan köyler, ormanlar da yer alıyor. Elbette şiirin artık böyle bir gücü yok. Eskiden şiirin ya da şairlerin yaptığı işleri şimdi romancılar, müzisyenler yapıyor. Şiir bu anlamda biraz tarih sahnesinin dışına düştü. Oysa bir vicdan olarak, şair, kimseler yokken daha, orada olması gereken insandı. Herkesten önce ve en erken gelmesi gereken insandı, kimselerin bilmediği yerleri bulması gereken insandı. Edip Cansever için söylenir ya, ‘kimselerin ilgilenmediği olayların tarihçisi’ diye, biraz da o tanımla tarif edilen kişiydi şair.
Peki ya şimdi?
Şimdi hiçbiri değil. Şimdi yeniden söz almaya çalışıyor. Fakat galiba artık tarih büyük harfle yazılmadığı, postmodern algıyla birlikte, her şey mikro düzeyde ele alındığı için, devrimler bile mikro devrimler olarak gerçekleşeceği için, gerçekleşebilirse tabii, ‘büyük sorular’a, ‘büyük istifhamlar’a, ‘çocuklar gibi sevip, devler gibi acılar çekmeye’ alışık ve yazgılı olan şairler birden boşlukta kaldı. Şiir ve şair de sanıyorum bu küçülmeden, azalmadan payını aaldı. Sesini azalttı, sözünü eksiltti, gücünü yitirdi, etkisini önemsemedi.
“Bir anıyı ağırlamakla geçen hayatlardanım”
Şiirlerinizin dili eskiyi ve yeniyi barıştıran bir bütünlüğe sahip. Hiçbir kelime küs değil bir diğerine. Eskiler unutulmamanın onurunu, yeniler değer verilmenin huzurunu yaşıyor mısralarınızda. Bu ahengin sırrını anlatır mısınız?
Sorunuz için teşekkür ederim. İnsan böyle şiir gibi bir övgüyle karşılaşınca doğrusu ne yanıt vereceğini bilemiyor. Bunun yanıtı var mı yok mu onu da bilemiyor. Belki şöyle söylemek gerekir. Eskişehir gibi bir ‘avlu’da doğdum, orada insanlar da sözcükler de yüzyüze bakıyordu evler gibi. Eh yüzyüze bakıyorsanız birbirinize fazla iyilik edemeseniz de, pek hayrınız dokunmasa da, kötülük de edemezsiniz, zararınız da dokunmaz diye biliyorum. Aranız da açılmaz. Benim galiba öyle bir imkânım oldu. Ne eskiyle ne yeniyle arayı fazla açtım. İkisini de reddetmedim, yarıştırmadım, çarpıştırmadım, karşı karşıya koymadım. Bir de bir dizem vardır, belki o bu konuuda benden daha fazla yol gösterici olabilir: “Ben bir anıyı ağırlamakla geçen hayatlardanım.” Eskiyi, yeniyi, gençliği, hatıraları, eski dünyanın değerlerini ağırlamaya çalışıyorum şiirlerimde.
Bizde şiir kitaplarının ikinci baskı yaptığı pek alışılmış bir durum değildir. Zarf, kısa zamanda büyük bir ilgiyle karşılandı. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Öyle demeyin, şiir kitapları arasında iyi satanlar da var. Küçük İskender’in, Enis Batur’un, Lale Müldür’ün, Yılmaz Odabaşı’nın, Şükrü Erbaş’ın, Birhan Keskin’in, Murathan Mungan’ın, İbrahim Tenekeci’nin, benim kitaplarımın satış rakamları fena değil. Kitaplarım ortalama üç baskı yapıyor, toplu şiirlerim dört baskı yaptı. Elbette bu şairlerin sayılarının artması gerekir. Ama şiir tutkunu bir kitle var ve onlar işte, şairlerin kitaplarının bir kaç baskı yapmasına yetiyor. Yalnız bu kez kitabım dediğiniz gibi çok kısa sürede iki baskı yaptı, 10 günde! Ben de beklemiyordum, sonradan anladım ki kapağı çok güzel, o yüzden kısa sürede sattı, kapağı tasarlayan Melis Rozental’ın sayesinde oldu yani. Şimdi ikinci baskısı da azaldı, sanıyorum yakında üçüncü baskısını yapar.
Yaşadıklarınız mı daha çok yansıyor mısralarınıza yaşamak istedikleriniz mi?
Galiba daha çok yaşadıklarımın izi var yazdıklarımda. Yaşamak istediklerimin bir bölümü de yaşadıklarıma dâhil çünkü.
Anlatmak için mi yazıyorsunuz anlaşılmak için mi?
Şiirin bir direnme biçimi olduğunu düşünüyorum artık. Şiir çünkü eski dünyaya ait bir değer. Ve gittikçe sayısı da hükmü de azalan eski değerler gibi o da bir savunma hali. Onunla hem ‘ben’den kurtulmak hem de anlatmak değil, anlaşılmak da değil ama sezmek, anlamak için yazdığımı söyleyebilirim.
Söyleşiyi gerçekleştiren: Yusuf Çopur (30 Ocak 2011)