Kapının anahtarını, el alışkanlığıyla yuvasına yerleştirip, usulca çevirerek açıyorum. İçerisi havasız, boğucu. Henüz birkaç saat önce ayağımdan çıkardığım, topukları aşınmış kırmızı terliğimin teki ters dönmüş, şaşkın şaşkın bana bakıyor. Antredeki pufun üzerine bıraktığım merserize hırkanın kolu kavuşmamızla dalga geçer gibi tuhaf bir şekilde kıvrılmış. İçimde uzun yoldan gelmişim gibi bir yorgunluk.
Ayaklarım beni yatak odasına götürüyor. Tarçın renkli perdelerden süzülerek yiten günün ışığı, odayı gizemli bir mabetmiş gibi kırmızıya boyuyor. Pencereyi açıyorum. Bozkır esintisi burnuma bir yerlerden kızarmış patlıcan, biber kokusu getiriyor. Derin bir nefes alıyorum. Üzerime terden yapışmış tek parça elbisemi çıkartıp, yüzükoyun yatağa uzanıyorum. Gözlerimi kapatıp, kırışık dirseklerimi, çillenmiş kollarımı, hafif terli ensemi, eğik sırtımı, yorgun bacaklarımı esintinin ritmine bırakıyorum. Okşayan, yatıştıran, sakinleştiren dokunuşlara. Her daim iyileştiren, avutan, tanıdık bozkıra.
Çok eskilerde kalmış bir sabahın hatırası belleğimde. Klimasız, ufacık bir otomobilin içinde yaptığımız ilk Kaş seyahati. Gün boyu süren yolculuğun üstüne, yolumuzu kaybederek, sarp bir dağ yolundan döne döne Kaş’a indiğimiz o sıcak, yapış yapış, akışkan yaz gecesinde çabucak uykuya teslim olan bitkin bedenlerimizin ertesi sabah bir sürprize uyanışı. Nerede başlayıp nerede bittiği kestirilemeyen ada parçacıklarının beyaza dönen bir ufukla kucaklaştığı muhteşem manzarayla ilk kez tanış oluşumuz. Akdeniz’den efil efil esen, estikçe tazeleyen, tuzlu, yosun kokulu bir meltem. Şu gelgeç bedenimin esintiyle teskin olmasının miladı. Nasıl büyülenmiş, ne çok şaşırmıştık. Gençken şaşırmak kolay. Sonrasında daha çok tatsız sürprizler şaşırtıyor insanı…
…Otobüsün kapısı ardımdan tıslayarak kapanıyor. Yetiştim. Basamakta durmayın, otomatik kapı çarpar, diyor içimdeki ezberci. Artık yazmıyorlar. Çabucak merdivenden yukarı çıkıyorum. Ani bir gaz. Sonra fren. Sol elimle bir yerlere tutunmaya çalışırken, diğer elim rugan çantamın gözünde, otobüs kartını yokluyor. Kısa ökçeli pabuçlarla dahi ayakta durmak zor. Çarşıya spor ayakkabıyla inmelere alışamadım gitti. Zar zor kartımı bulup uzatıyorum. Ak gömlekli, göğsü bağrı açık, gençten sürücü bana şöyle bir bakıp “Bana diil, makinaya gösterecen Hanım Teyze, makinaya,” diye söyleniyor. Kartı makineye tutuyorum. Birdenbire makine dile geliyor. “Altmiş beş yaaaşşş,” diye bağırıyor makine. İnanamıyorum. Her lakırdıya teşne kulaklarım duyduklarına inanamıyor. Şaşkınlıktan elimdeki kartı düşürüyorum. Genç bir delikanlı yerden alıp uzatıyor. Yüzünde alaycı bir gülüş. Yoksa bana mı öyle geldi? Şu otobüsün tabanı yarılsa da yola düşsem, düşsem de yok olsam. Ensemden sırtıma soğuk terler boşanıyor. Başım eğik, kimseye görünmemeye çalışarak arkaya yürümeye çalışıyorum. Yürüdükçe otobüs uzuyor, uzadıkça yürüyorum. Makine susmuyor. Arkamdan bağırmaya devam ediyor…”Altmış beş yaaaş, altmış beş yaaş, atmış beş yaşş…”
Bomboş, engin bir karanlığa uyanıyorum. Öldüm mü yoksa? O kadar kolay mı, içim geçmiş. El yordamıyla lambayı açınca, komodinin üzerindeki pembe güllü çerçevenin içinden, yıllar öncesinde donup kalmış bir tebessümle göz göze geliyoruz. İyi ki bu günleri görmedin desem de inanma. Kendimize tekrar etmekten bıkıp usanmadığımız şu yalanlar da olmasa nasıl geçer hayat. Birlikte mücadele daha kolaydı be!
Geçmişteki travmaların kâbuslar şeklinde tezahür edebildiğinin kanlı canlı kanıtıyım! Okumalara doyamadığım psikoloji kitaplarının. Neymiş, ikinci dünya savaşında Almanya’nın ardından sadece insanların değil, toplumların da hastalanabileceği anlaşılmışmış. Onu bunu bilmem ama ben yıllardır iyileşemedim. Ne vakit içim geçiverse aynı kâbus. Her uyanışımda, on altı kırk beş otobüsüne yetişmeye çalışmaktan gayrı kabahatim var mıydı diye sorarım kendime. Ayrancı’dan Kızılay’a yürüdüğüm yokuşu, dönüş yolunda yürümeye mecali kalmayan bacaklarım mı suçluydu, kırk yıllık öğretmen emeklisine taksi tutacak parayı çok görenler mi? Yoksa taksi ücretine kıyamadığı halde, vitrinindeki Azeri ressamın bahar dalları için, Çerçeveci Ahmet’le pazarlığa tutuşan hoppa ruhum mu? Kalabalıktan filan değil, kalkıp zoraki yer veren gençlerin koltuğuna oturma korkusundan hep. Hak etmediğim hiçbir koltuğa oturmama inadımdan.
Tepsiye yiyecek bir şeyler hazırlayıp, pencerenin yanındaki koltuğa kuruyorum. Caddedeki işinden evine dönmeye çabalayan, zamanı saatlere, dakikalara bölmeyi huy edinmiş insan kalabalığı yalnızlığımı hafifletiyor. Benim için ise anlar var artık. Şimdinin, geçmiş ve geleceğin o sabahki Kaş ufku gibi belli belirsiz birbirine kavuştuğu anı kırıntıları. Bir yerlere yetişmeyeli epey olmuştu aslında. Bağıran makineler kaldırılana kadar taksicilerle yoldaş olmuşluğumuz dahi vardı. Şimdilerde hayat pahalılığından otobüslere mecbur olmayıp da ne halt edeceksin? Çerçeveci Ahmet’le göz göze gelmemek için vitrinine bakamaz olmuşum, ötesi var mı? Ucuzcu marketlerin kasasında çalışan gençlerle felsefi sohbetler edebildiğimiz bir zamana denk geldik azizim. İnsan yaş aldıkça daha az şaşırmak istiyor.
Birazdan kahvemi yaparım. Akşam akşam ne kahvesi diyenler keyfimin kâhyası mı? İçine konyak katarım. Belki o vakit susar Kızılay’a her indiğimde kulağımda dönüp duran o alaycı vızıltı. “Altmış beş yaş, altmış beş yaş, altmış beş yaşşş…”
edebiyathaber.net (27 Mayıs 2023)