“Mermi öldürmez, sessizlik öldürür.”
Alaa Salah
Bir yarayı görünür hale getirmek onu iyileştirmenin ilk adımıdır. Bu yüzden de onu anlatmanın yollarını ararız. Anlattığımız her hikâye ise kimin anlattığı ve kimin duyduğu üzerine bir mücadele örneğidir. Ya kadınların hikâyeleri? Kendilerini üreme yetisi üzerinden tanımlamakta direten tüm toplumsal dinamiklere, hayatın her köşesinde pusu kurmuş o kadın düşmanlığına, tarih boyunca onları susturmaya yönelik pratiklere, dayatıla gelmiş önyargılara rağmen hikâyelerini anlatmaya çalışıyorlar. Bu onlara davranış biçimini değiştirme gücü verse de anlatılacak o kadar çok hikâyeleri var ki… Bu bilinç yükselmesi ise siyasi değişimi etkilemeyi bırakın teğet geçiyor. Yine de seslerini yükseltmenin dünyayı dönüştürme gücüne sahip olabileceği fikrine inanmaktan asla vazgeçmiyorlar. “Kadınlar artık tecavüz, şiddet hakkında konuşmaya başladılar, onları sessiz ve yalnız tutan utancı kırdılar.” diyor Rebecca Solnit “Tüm Soruların Anası” adlı kitabında.
Yazmak ise politik bir eylem… Özgür olmayı, sorgulamayı, sessizliği duraklatmayı, duymayı ve cesur olmayı gerektiriyor çünkü. Kolektif hafızanın oluşmasını sağlıyor bir yandan. Dilin hayal gücünün perdelerini yırtan bir bıçak olduğunu söylüyor Annie Érnaux. Ve bu bıçağı kullanmaktan hiç çekinmiyor Bombay’da toplu tecavüze uğrayan Sohaila Abdulali’de. “O gece yaşamak için mücadele ettiğimde, ne için mücadele ettiğimi neredeyse hiç bilmiyordum. Bir erkek arkadaşımla evimin yakınındaki bir dağa yürüyüşe çıkmıştık. Dört silahlı adam bizi yakaladı ve tenha bir yere tırmanmamızı sağladı, orada bana birkaç saat tecavüz ettiler. 17 yaşında, sadece bir çocuktum. Tecavüz korkunç. Ama kadınların kafasına kazınan tüm sebeplerden daha korkunç değil.” Evet, konuşma gücüne sahip olmak gerçekten çok önemli… Ama bu dinleneceğimizi garanti etmiyor maalesef.
“Hikâyeler hayatımızı kurtarır ve hikâyeler hayatımızdır.”
Bugün hala kadınlar kıyafetleri, bedenleri yüzünden birçok yerde tehdit ve şiddet yoluyla toplumun dışına itiliyor. İstihdamın dışına itilip mesleğe erişimleri kısıtlanıyor. Onu eve hapsetmeye çalışan zihniyet de bunun (kadın düşmanlığının) kılıflarını hep hazırda bekletiyor. Susturulan, yaşadığı gerçekliği sorgulamayan (sorgulayamayan) kadınlar bu çarkın içerisinde kaderlerine razı olmaya devam ediyorlar. Ya toplum? Çocuğa yapılan tecavüz taciz olaylarında bile (büyük bir kesim) tepkisiz kalıyor. Dünyayı kendi ambalajlarına sığdırmaya çalışanlar düşünmeyi sekteye uğrattıklarının farkındalar. Geçmişte kazanılan tüm kazanımlarımızın elimizden alınmaya çalışılması; umutsuzluğun girdabında daha fazla umutsuz, sessiz kabullenişleri beraberinde getiriyor. Ve değişmeyen tek şey değişim safsatasıyla dünya da yörüngesinde dönmeye devam ediyor. Artık buna dur demenin zamanı gelmedi mi? Onur ve erdem hakkındaki tüm o saçmalıkları rafa kaldırmanın, kadınları taciz eden ve kurbanlarını suçlarken onların bundan paçayı sıyırmasına izin veren herkesin bu sorumluluğu üstlenmesinin… Abdulali gibi erkeklerin beyinlerinin cinsel organlarında olduğu fikrini de, erdemin vajinada olduğu fikrini de reddetmenin…
“‘Hey, beş bin yıllık ataerkil kültürü ortadan kaldırıyoruz’ diyorum. Bu işi elli yılda bitirmedik diye şaşmayın. Evlilik içi tecavüz, cinsel taciz kavramların veya ‘cam tavanlar’ ve ‘mikro saldırganlıklar’ gibi terimlerin bile olmadığı, neredeyse tanınmayacak kadar kadın düşmanı bir manzara görmek için elli yıl geriye bakmanız yeter” diyor Solnit kitabında. Zaferin yoldaki bir kilometre taşı olduğunu hatırlatmak için.
Biz kadınlar onun neden bahsettiğini çok iyi biliyoruz. Konuşmaya cesaret ettiğimizde seslerimizin duyurulmasına engel olan ve yaşadığımız dünyanın onların dünyası olduğunu söyleyen ataerkil düzenin bizi nasıl susturduğunun da farkındayız. Tarih boyunca bu düzen erkeklere aşırı güven pompalarken, bizi ise kendinden şüphe duymaya ve kendimizi sınırlama konusunda eğitti. Bu yüzden de dünyaya hâkim olan, kınayan, dışlayan ve şekillendiren erkek bakışı karşında “Gücümüz yok”, “Hiçbir şeyi değiştirmedi” gibi ifadelerle sık sık umutsuzluğu aşılıyoruz birbirimize. Ama her şeye rağmen umudu keşfetmenin bir yolunu bulup umutsuzluğumuzun da nedenlerini masaya yatırmak zorundayız. Bizi sokaklardan alıkoyan ataerkil düzenin bunu neden yaptığını da… Sokaktaki adamın sadece bir popülist, ama sokaktaki bir kadının ise tıpkı bir fahişe gibi, cinselliğinin satıcısı olarak görülmesine tepki gösteriyor Solnit. Sıradan insanların konuşabildiği, duvarlarla ayrılmamış, daha güçlü olanların aracılık etmediği bir yer olduğunu söylediği sokakların kadınlar ve ayrıcalıklardan yoksun grupların kendi başlarına erişemedikleri, bu yüzden de gecenin ve karanlığın için yer bulmak zorunda kaldıkları alanlar haline getirildiğini söylüyor. Sokaklar isyan ve demokratik katılım için fırsat yaratılan demokrasinin ana arenası. Kadınların yaratacağı değişim ve devrimden korkanlar onları bu alandan uzak tutmak için her yolu deniyorlar. Ama yine de… Ataerkil sistemin öldürdüğü Mahsa Amani ve sonrasında başlayan kadın eylemleri gibi birçok örnek değişimin ne kadar öngörülemez ve halk gücünün ne kadar güçlü olabileceğini gösterdi bize.
“… Bir şey yapmak için açlığın öfkeye, öfkenin de isyana dönüşmesini beklemek zorunda mıyız?”
“Sen kendin değilsin, başkalarından oluşan bir kalabalıksın, şimdiye kadar yapılmış en az sızdıran bir kapsın, hayatının büyük bir kısmını başka biri olarak, uzun zaman önce ölmüş insanlar gibi geçirdin. Hepimiz annesinin muğlak vasiyetine hizmet eden “tatlı şuruplarının içine konmuş kayısılar” gibi gevşekçe sabitlenmiş hikâyeleriz.” Bizler her şeye rağmen hayatlarımızı daha iyiye ve doğruya getirmek istiyoruz. Umut, dünyanın temel bilinmezliğinin, şimdiki zamandan kopuşların, sürprizlerin kucaklanması… Bu bizi mucizeler beklemeye götürse de… Mücadeleye devam etmek ve bunun için yaptığımız her şeyin önemli olduğuna inanmak zorundayız. Yoksa sadece kendimizi suçlayacağız ve bu arada da gericiler dönüşüm isteyenlere yetişecek.
Yaratıcı akla yapılan tüm o müdahalelere karşı her birimiz birey olarak biricik olduğumuzu keşfettiğimizde, toplumsal kalıpların zincirlerine aldırmadığımızda, tüm o yaşanılan acılara karşı korkunun yerini öfke aldığında değişimin kapısını aralayabiliriz ancak. Tarih boyunca o cesur kadınlar ve erkeklerin yaptıkları da bu değil miydi zaten? Onlar kendi kaderlerini ellerine alıp oyunun seyircisi değil aktörü olmayı başardılar.
“…ben bir insanın ya da öteki insanları ya da grupları sömürme, eziyet etme ya da katletme özgürlüğü olduğuna inanmayacak kadar ihanet içindeyim.” Steinbeck
Şimdi ne yapacağız peki? Ya kavanozun kapağını sımsıkı kapatıp gelecek kuşaklara aynı kaderi bırakacağız ya da kapağı açıp dünyanın tadına bakacağız. Unutmayalım hayatımızın hikâyesinin kahramanı da yazarı da biziz. Ve yaşadığımız tüm bu sorunlar başka kahramanlar tarafından çözülmeyecek. Gücümüzü zayıflatan pratik ve psikolojik yüklere rağmen… Ancak birlikte olduğumuzda, dayanışmayı örgütlediğimizde, çözebileceğiz bunları. Bu gezegenin dört bir köşesi, sokaklarda sürekli başlarına gelebilecek bela ve tehlikelerden korkmadan özgürce yürüyebilen kadınların yaşadığı yer olana dek bu mücadelemiz bitmeyecek. Öncelikle Abdulali’n dediği gibi oğullarımıza ve kızlarımıza, kadınları inciten erkeklerin bir seçim yaptığını ve cezalandırılacağını bilen, özgür, saygılı yetişkinler olmayı öğretmek zorundayız. Şimdi umutsuzluğa kapılma değil, her şeye inat harekete geçme zamanı… Ve korkmadan hikâyelerimizi anlatma zamanı… Pippa, Alaa Salah, Malala, Amani, Abdullahı gibi… Kim olduğumuz ve ne yaptığımız hakkında anlattığımız tüm o hikâyeler… Yapabileceklerimizi ve yapacaklarımızı da şekillendirecek çünkü.
“Bu dünyaya başkalarının beklentilerini karşılamak için gelmediniz,
aynı şekilde başkaları da sizinkileri.”
Paul Goodman
Kaynak:
https://thelogicalindian.com/my-story/after-being-raped-i-was-wounded-my-honour-was-not/
https://www.themarginalian.org/2022/02/24/dark-matter/
https://www.edebiyathaber.net/atla-bakalim-uzay-gemisine-nine-havanur-taflan/
Rebecca Solnit, Tüm Soruların Anası, Siren Yayınları