Söyleşi: Merve Koçak Kurt
Her edebiyatçının “şehir” ile kurduğu bağ/ilişki diğerinden farklıdır. İçinde bulunduğu, içinden geçtiği, durduğu, durakladığı, bağ kurduğu, sevdiği, nefret ettiği, kızdığı şehir onun yaz(g)ısı mıdır aynı zamanda? Merak edip Edebiyat Haber olarak “Şehir Söyleşileri”ne başlayalım demiştik. Köşemizin bu ayki misafiri Şenay Eroğlu Aksoy oldu. Eroğlu Aksoy, “Biz öykücüler minicik bir taş parçasından koca bir dünya yaratmakta mahirizdir siz de bilirsiniz ama yaratma dürtüsünün biraz da karşı koyma arzusundan beslendiğini hatırlayınca illaki bir sarsıcılık da bekleriz mekânlardan. Eleştirel düşünceyi kışkırtacak bir yenilik bekleriz. Ben bu sarsıcılığı daha çok kent ve insan yan yana geldiğinde yakalıyorum.” diyor.
Yolunuz hangi şehirlerden geçti? (Doğduğunuz, doyduğunuz, durduğunuz şehirler…) Hangisiyle nasıl “bağ”lar kurdunuz? En çok hangisinde buldunuz kelimelerinizi?
Babamın öğretmenlik yaptığı bir muhacir köyünde doğmuşum. Bir yaşına geldiğimde Ankara’ya tayini çıkmış ve emekli olana dek çoğunlukla Ankara’da çalıştı. Böyle olunca da kişisel tarihimin büyük kısmı Ankara oluştu. Başka kentleri tanıma onlarla hemhal olma şansım olsaydı nasıl olurdu bilemiyorum ama Ankara’yı seviyorum. Çocukken şehri tepeden seyretmek güzel gelirdi bana. Düş kurmayı böyle öğrendim. Şehrin uzak ışıklarında gizli hayatları, insanları merak ederek başladım. Bazen sözcüklerimin önemli bir kısmını oradan topladığımı düşündüğüm olur. Bunu çocukluğa mı bağlamalı yoksa kente mi bilmem ama o yükseklik, yalnızlık ve sessizlikle el ele verince kente odaklıyordu beni.
Diliniz, hangi dağların eteğinden/ nehirlerin yatağından nasıl beslendi/besleniyor? Karın/denizin kelimelerini diğerlerinden ayıran şey nedir sizin için?
Dilimin daha çok eşitlik arayışından açığa çıkan bir öfkeden beslendiğini düşünüyorum. Hayatın her alanında bunlarla karşılaşıp sınanıyorsunuz. Kendinizi savunacak güce sahip olsanız da sessiz olanın öfkesi kaleminize damgasını vuruyor. Son kitabım Sardunyaların Kışı için Notos’ta yaptığımız söyleşide de benzer bir yorum yapmıştım. Yazı erbabı sözcüklerin gücünün farkında ve içimizden bazıları bu gücü az da olsa hayatın sapmış dengesini hatırlatmak için kullanmak istiyor. Karın, denizin sözcüklerini diğerlerinden ayıran şey, baskın güzellikleri olsa gerek. Onlarla boy ölçüşülmez. Bir uçurum ağzı gibi ölümün altını çizerek yapazlar üstelik bunu. Banklarda oturan insanları iğde kokularıyla yıkayan rüzgâr gibi de değiller, azametli, sırlarla dolu ve güzeller.
Büyüdüğünüz şehrin/şehirlerin en unutamadığınız “mekânları” nereler? Sizde nasıl imgeler oluşturdu buralar? En çok hangisi çoğalttı kelimelerinizi?
Ankara’da büyüdüğümden Gençlik Parkı, Atatürk Orman Çiftliği, Papazın Bağı aklıma düştüğünde bile güzel hissettiren mekânlardan. Bazıları çocukluğuma, gençliğime, aşklarıma tanıklık etti. Çocukken Sümerbank’a gitmeyi severdim. Soğuk, geniş mekândan pirinç sarısından, kahverengi ahşap kapılarından çok etkilenir, şaşırırdım. Oradan çıktıktan sonra da içimde döner dururdu bu mekân. Tiril tiril giyinmiş çalışanların kumaş toplarını ustalıkla açışı, her şeyin bir müziği, bir estetiği vardı sanki. En çok hangisi çoğalttı kelimelerimi diye düşündüğümde siz sordukça zihnimin derinlerinden sökün eden şeyler olduğunu fark ediyorum. Duygulara ya da beni kuşatan ayrıntı ve olaylara anlam veremediğim dönemlerde bile insan varoluşunu aşan ya da çoğaltan etkileyici birer dış gerçeklik onlar. Her birinden binlerce sözcük akmıştır öykülerime.
Yazarı nasıl etkiliyor içinde bulunduğu/gördüğü “mekân/lar” sizce? “Mekân” kavramı olmadan öykü yazabilir miydiniz? Neler eksik kalırdı yazdıklarınızda?
Mekânın varlığını da kendi ihtiyaçları üzerinden tanımlıyor insan soyu. Ya azametli yapılarla güç devşirme arzusu ya da ihtiyaçlara yanıt veren dokunuşlar. Ama kurmaca metinlerde mekânın başat karakter haline getirilmesi okuru sımsıkı kavramaya yardım ediyor. Siz sorunca aklıma geldi Cortazar’ın bir öyküsü vardı evleri her geçen gün küçülerek onları dışarı süren kahramanların mücadelesine tanıklık ediyordunuz. Çok etkileyici bir öyküydü. Mekân kavramı olmadan da yazabilirdim sanırım ama benim gibi atmosfer kurma meselesine kafayı takmış biri için bu çaba nasıl sonuçlanırdı bilmiyorum. Öykülerin alt önermesi bir duyguyu işaret ediyorsa mekân en önemli enstrümanlardan biri haline geliyor. Çiçeklenmiş ağaç ya da kum fırtınası desem zihninizde yanıp sönenlere bir bakın.
İçinde bulunduğunuz şehre dair ne söylersiniz? Edebi açıdan sizi besleyen ortamlar var mı? Yoksa, o ortamları siz mi oluşturursunuz daha çok?
Ulus’u çok seviyorum, dar sokaklardan kaleye tırmanmayı, kentin değişen çehresini o yükseklikten görmeyi, Bentderesi’nin keşmekeşine, mavi dolmuşların keskin gölgelerinde gizli hayatlara odaklanmayı seviyorum. Daha dün Ulus’taki Anafartalar Çarşısına gittim. Kendi alanında eşsiz sanatçıların elinden çıkmış seramik panolar ve koridorları adımlayan insanlar arasındaki kilitli kapılar ne zaman aralanacak bilmiyorum. Ulus’tan Sıhhiye’ye doğru yürümeyi de seviyorum. Kent dediğinizde mimari bir adım öne çıkıyor. Tüm bu dolaştığım yerler kadar insanlar da etkiliyor beni. Yazmak için uzun yürüyüşler yetiyor, sessizlik içinde, kısa adımlar.
Bulunduğunuz şehir, üretkenliğinizi nasıl etkiliyor?
Ankara’yı seviyorum. Beni vareden düşler, düşünceler benden çıktıktan sonra da bana dönmeden önce de el ele yoğurduğumuz o kültürde sınanıyor. Bazıları değişerek geri dönüyor, bazıları şehrin belleğinde adlarımızla yankılanıyor, ömrüm onun dış gerçekliğiyle sarmalanıyor. Annem, babam ve ablam Karşıyaka Mezarlığı’nda yatıyor, kök saldım artık şehre, geleceği bilmiyorum ama geçmişim burada.
Öykücü yanınızı da katarak, şu sıralar bulunduğunuz/yaşadığınız şehrin “kadim” mekânlarına dair neler söylersiniz?
Yukarda da biraz söz etmiştim. Kent mimarisinde sıradanlaşmadan doğayla uyumlu olanı seviyorum. Abartılı süslemeler, buradayım diye bağıran heyulalar kendinden uzaklaştırıyor beni. Sanırım bu yüzden Ulus’u seviyorum. Biz öykücüler minicik bir taş parçasından koca bir dünya yaratmakta mahirizdir siz de bilirsiniz ama yaratma dürtüsünün biraz da karşı koyma arzusundan beslendiğini hatırlayınca illaki bir sarsıcılık da bekleriz mekânlardan. Eleştirel düşünceyi kışkırtacak bir yenilik bekleriz. Ben bu sarsıcılığı daha çok kent ve insan yan yana geldiğinde yakalıyorum. İkisi arasındaki uyum ya da bir türlü tükenmeyen çatışma…
İçimizden geçen yollar ile içimizdeki sayfalar arasında bir ilişki/bir bağ var mıdır sizce? Nasıl etkilerler birbirlerini ya da… Nasıl bir keşif yazmak sizin için, nerelere götürür…
İçimdeki sayfalar da yollar da kalemi besleyen kaynaklar. Yazıya oturduğunuzda hangi kaynağın daha canlı gürleyeceğini bilemezsiniz. Her zaman eşit katkı sunmazlar kaleminize bir öyküde biri başka bir öyküde diğeri öne geçebilir. Metnin sahiciliğini bozmayan ayrıntılar kendini açığa çıkarma arzusuyla zihninizden sökün etmiştir zaten. İlk yazılanlar çakır dikenleriyle dolu olsa da nereye doğru gideceğinizi belirlemişlerdir. Ana gövde çıktıktan sonra küçük dokunuşlarla daha da yürünür hale gelir o yol.
“Kendimizle ilgili soruların cevabı bizde değil biliyorum. Yoksa durmadan içimizle konuşuyor olmamıza rağmen neden bu kadar acı çekelim ki.” diyorsunuz “Sardunyaların Kışı” adlı son öykü kitabınızda. Bu alıntıdan yola çıkarak yaşamak, şehir ve yalnızlık kavramları ve bunların birbiriyle ilişkisi hakkında neler söylersiniz?
Kahramanımın da söylediği gibi, dünya dertleriyle boğuşurken bir yandan da varlığımızı anlamlandırmaya/ adlandırmaya çalışıyoruz. İnsanın yazgısıdır yalnızlık. Bir başına doğup bir başına ölürüz. Tam da bu yüzden yalnızlıkta abartılacak bir yan görmüyorum. Şehirse bize kalabalıklar arasına karışarak kaybolma şansı verip özgürleştirirken kendi kurallarıyla ayağımıza prangalar vurmaktan da geri durmaz. Yalancı doğa taklitleri ve mimari olmasa pek de matah bir yanı yok bana sorarsanız. Yaşam, demişsiniz Abbas Kiyarüstemi’nin Kirazın Tadı adlı filmine sığınayım. Ölüm ve yaşam arasındaki o incecik çizgi çoğu zaman kiraz tadı gibi naif bir inceliğe çelik halatlarla bağlıdır.
Kent ve insan arasında nasıl bir bağ vardır sizce?
Aslına bakarsanız kentler insan için yine insan eliyle var edilmiş. Herkesin özel yaşamını koruyacak bir çatı altı, evleri birbirine bağlayan sokaklar, yollar ve tüm insanların ihtiyaçlarını karşılayacak çeşitli yapılar. Yola çıkılan yerden varış noktasına onlarca eşitsizlik, adaletsizlik peyda olmuş yine. İnsanın kentle ilişkisi her zaman aynı düzlemde ya da aynı duygu durumunda sürmüyor. Anadolu’dan İstanbul’a gelenlerin Haydarpaşa Gar’ından İstanbul’a bakarak söylediklerini hatırlayalım. Yıllarca birçok filmde duyduk bu replikleri. Yoksullar için bir nefret nesnesine de dönüşebiliyor kentler. Ama her halükârda insanı sarmalayan ya da kuşatan bir dış gerçeklik onlar. İnsan dostu, doğa dostu şehirler olsun isterdim.
“Yeni bir ev kazmalıyım, yer altına doğru.” diyor kahramanınız “Evlerin Yüreği” kitabınızda. Neden öyle diyor acaba? Ya da “Evlerin Yüreği” nasıl atıyor bozkırın ortasındaki gri bir başkentte?
Yeraltı adlı öykümde, durmaksızın evi taşlanan, dışarı çıkması engellenen kahramanın son cümlesi bu. Başka seçenek bırakmıyorlar ona ve yaraltına doğru bir ev kazmaya karar veriyor. Evlerin yüreğinin çoğunlukla eşitsizliklerle dolu, tehditkâr bir karanlıkta attığını düşünenlerdenim. Zayıf olan için orada hayat zor. Ankara’da taşradan daha da şanslı olabilir elbette insanlar. En azından mahalle baskısından bir nebze korunabiliyor ama eviçleri zorbalıklar ve acılarla dolu.
Şimdilerde yeni sokaklar genelde hep numaralı… Kentin belleği ya da belleksizliğine dair ne söyleyeceksiniz, içinde bulunduğunuz şehre dair?
Bizimki gibi ülkelerde her şey günlük politikaya malzeme edilerek iktidarların güç alanına dönüştürülüyor. Şair ve sanatçıların yakılarak öldürüldüğü bir ülke burası ne diyebilirim ki. Mimariyi bırakın, insanlığın bin yılda biriktirdiği temel değerlerin bile tartışma konusu yapıldığı günlerden geçiyoruz. Kentin uygarlık tarihini işaret eden simgeler bile politik malzeme konusu. Böyle baktığınızda da hangi bellekten söz edilir ki.
“Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” olsaydınız ilk hangi yazarın/şairin kapısını çalardınız bulunduğunuz şehirde? Hangi şiiri/nizi okurdunuz ona?
Metin Altıok. Ona gitmek isterdim.
“Benim bu dünyada bir yerim olmadı, kuytu gövdemi saymazsak eğer. Gövdem ki varla yok arası, hem varlığa hem yokluğa değer. Ama yüreğim hiç solmadı. Bir gül koklayayım izin verin de…”
Şehirlerle ilgili/şehir kavramına dair en sevdiğiniz üç film/öykü/şiir adı… desek.
Karıncaların Günbatımı-Zevan Biberyan
Şehir- Konstantinos Kavafis
Bisiklet Hırsızları-Vittorio De Sica
Edebiyatı bir şehre benzetseydiniz hangi şehre benzetirdiniz, neden?
İlkin edebiyatı hangi yönüyle kentlere benzeştireceğim önemli elbette ama tüm çelişkileri aynı anda yaşayabilen kentlerden biri olmalı. Tıpkı hayat gibi ki yazarlar oradan topladıklarıyla kendi görme biçimlerini kurguya aktarabilsin. Sorunuzun yanıtı için tek bir yeri işaret etmem zor, o yüzden yukarda altını çizdiğim şeyleri içinde toplamış tüm kentler hatırlansın isterim.
edebiyathaber.net (5 Haziran 2023)