Orhan Koçak’ın Romanın Kaygısı adlı kitabı Metis Yayınları tarafından yayımlandı. Edebiyat teorisi bağlamında ufuk açıcı olan bu kitabı Edebiyat Haber olarak okuyucularımıza öneriyoruz.
Tanıtım bülteninden:
Son yirmi yıl içinde çıkan ve beni etkileyen bazı romanlar ve öykü toplamları üzerine yazmaya başlamıştım, bunları belli bir tema üzerinden birbirine bağlamayı aklımdan geçirmeden. Ama yazdıkça hep belli bir soruna doğru çekildiğimi hissettim. Sonra bu sorun dikkatime el koymaya başladı ve artık başka kitapları da bu gözle okur oldum. Bu kitapların ortak noktası belirli bir kaygıydı, bazen alttan alta sürüp giden bazen de görünür bir “telaş” veya “mecburiyet hissi” biçiminde romancıyı / öykücüyü yakalayan bir sıkıntı: romancıdan çok önce oraya varıp da onu orada çoktan şekillenmiş (denebilirse “paketlenmiş”) olarak bekleyen bir konuyla uğraşma ihtiyacı, zorunluluğu, zorlanması. — Orhan Koçak
Önsöz, s. 9-11
Burada toplanmış denemeler ilkin bir kitabın parçaları olarak tasarlanmadı. Son yirmi yıl içinde çıkan ve beni etkileyen bazı romanlar ve öykü toplamları üzerine yazmaya başlamıştım, bunları belli bir tema üzerinden birbirine bağlamayı aklımdan geçirmeden. Ama yazdıkça hep belli bir soruna doğru çekildiğimi hissettim. Sonra bu sorun dikkatime el koymaya başladı ve artık başka kitapları da bu gözle okur oldum, sundukları zenginliklerin önemlice bir kısmını kaçırmak pahasına. Sakatlanma hemen fark edilecektir: daha erken tarihli denemelerde nerdeyse rastlansal olarak yüz yüze kalınmış bir sorun, başka birçok sorunun arasındaki bir sorun, sonraki yazılarda “eleştirmenin kıymetlisi” haline gelerek başka sorunları boğmaya veya görüş alanı dışına itmeye başlıyor.
Okuyup etkilendiğim bu kitapların ortak noktası belirli bir kaygıydı, bazen alttan alta sürüp giden bazen de görünür bir “telaş” veya “mecburiyet hissi” biçiminde romancıyı/öykücüyü yakalayan bir sıkıntı. Aşağıdaki denemelerin bazılarında şöyle tanımlamaya çalışmıştım: romancıdan çok önce oraya varıp da onu orada çoktan şekillenmiş (denebilirse “paketlenmiş”) olarak bekleyen bir konuyla uğraşma ihtiyacı, zorunluluğu, zorlanması.
Şunu sorabiliriz: Sanatla sanat-olmayan arasındaki ilişki sadece teknik bir mesele midir, bir beceri meselesi: yapabilen, edebiyat-dışı malzemeyi (konuyu veya söylemi) kendi yapıtına ustaca dahil edebiliyor, “yedirebiliyor” mudur? Bir zaman faktörü de var burada, yumuşatıcı bir tampon olarak zaman. Şöyle özetlemeye çalışayım. 50’li, 60’lı, 70’li yıllar boyunca (sonuna doğru belki biraz azalarak) yazarın birinden birini seçerken kendini fazla suçlu, fazla borçlu hissetmeden yeğleyebileceği bir sürü alternatif vardı, işleyebileceği çok farklı konular. Mitlerden söz edebilirdi Yaşar Kemal gibi, üstelik kısmen inanarak; orta sınıfın gündelik hayatını süregiden bir skandal olarak araştırabilirdi, Leylâ Erbil gibi. Kısaca, bütün çalkalanmalara rağmen, kaygının, telaşın, mecburiyetin dıştan, okurdan, piyasadan değil, masa başındaki yazarın kendi sıkıntılarından, kendi “vicdanından” ürediği bir dönem: paketlenmiş soruya hemen bir cevap yetiştirmek zorunda hissetmiyordu kendini yazar. Havada, kültürel “ambians”ta sık sık bazı yeni taleplerin oluştuğunu görmeyecek kadar saf, masum veya yalıtılmış değildi elbet (Vüs’at O. Bener bile), ama zamanı vardı, derhal cevap vermek zorunda değildi, kendi temposuyla çalışabilirdi. – İşte, elinizdeki kitapta okunan yazarların galiba hepsinde bu zaman aralığı daralmış, tampon (veya “koruyucu zar”) yavaşça aradan çekilmiş ya da zaten hiç orada olmamış gibi duruyor.
“Konular” dedik ama fark konuyla değil, söylemle ilgilidir daha çok. Konu her yerden alınabilir, üç bin yıl önceden, yandaki komşudan, hiç gitmediğiniz bir ülkeden. Ama o konuyu çerçeveleyip işaretleyen, kodlayıp konuşulur/düşünülür hale getiren her zaman bir söylemdir. Burada okuduğumuz romanlarda söylemin de bizden önce oraya vardığını, orada bizi beklediğini hissediyoruz. Orada Sofokles’in “taze” Oidipus’unu değil, Freud’un çetrefil (ve sonuçlanmamış) teorisinin yorgun kahramanı çıkar karşımıza, defalarca tartışılmış, defalarca yorumlanmıştır. Ya da modeli sunan, dayatan, böyle yüksek teori değil, daha alçak bir söylem tarzıdır, daha popüler: dolaysızca medya, gazetenin üçüncü sayfası, veya hafta sonu ilavesi, veya TV’deki tartışma programı. Tekrar biraz yükselirsek, tarih de olabilir model, ya da tarihin efsaneye karıştığı bir bölge, ya da dosdoğru efsane, mit, her türlü kadim bilgi. Hatta, tuhaf gelecek ama, edebiyatın, “edebilik” denilen söylemin kendisi. Ve şüphesiz, hem bunların her birinin içinden akan hem de kendi dolaysızlığıyla gelip yazara çarpan politika: mahalle bakkalındaki her sohbeti “siyaset meydanına” çeviren bir sürekli basınç, bir sıkışmışlık.
Nasıl problemleştirebiliriz? Görünüşte herkes Shakespeare veya Kemal Tahir kadar rahattır. Uzunçarşılı’dan, Mustafa Akdağ’ın nankör çalışmalarından veya Holinshed’in kroniklerinden alınıp içi anlamla ve şıpınişi yaratıcı enerjiyle doldurularak bize iletiliyordur bazı konular. Bu arada, yeni belgelere ulaşmak da imkânsız değildir. Ama kendi konusuyla, kendi kaynağıyla en iyi geçinen yazarda bile bir endişe ucu belirir, bir şüphe, belki bir korku: “referansı” tam gerektiği kadar belli edebildim mi, az mı gösterdim, yoksa boca mı ettim? Her romancının bilinçli olarak hissetmek zorunda olmadığı, ama hepsinin çalışmasını şu ya da bu ölçüde belirleyen bir çekişme ve rekabet alanı açılmıştır: edebiyat, romancılık/öykücülük, burada bazı rakip söylemlerle yarışmak, mücadele etmek zorundadır ve kitabın yazarı tam bilmese bile yazısı bunu seziyor, sezdiriyordur – her şeye rağmen sükûnetle çalışabilmişse eğer. Felsefe, üçüncü sayfa, tarih, dedikodu, dünyada ve memlekette olup bitenler, şu ya da bu güncel teori, evet, edebiyatın kendisi de, bir önceki edebiyat, hatta şimdiki, etraftaki: “sorumlu” roman yazarı için bunların hepsi vakit kaybedilmeden karşılık verilmesi gereken sorulardır.
Burada modernizmin, hatta düpedüz modernliğin girdiği bir bahisten de söz etmek gerekir.
edebiyathaber.net (8 Haziran 2023)