Söyleşi: Halil Türkden
Dünya çocuk ve gençlik edebiyatının en çok okunan isimlerinden, Hans Christian Andersen Ödülü sahibi İngiliz yazar David Almond’la hikâyelere, yazmaya, çocuklara, çocuk edebiyatına, eğitim sistemine ve bugünün dünyasına dair kapsamlı bir söyleşi yaptık.
Bir röportajınızda, “Ben gerçekçiyim. Kitaplarım çok gerçekçi!” diyorsunuz. Oysa, fantastik edebiyattaki gibi olmasa da kitaplarınız, dünyanın, insanın ne kadar sıradışı ve büyülü olabileceğini de gösteriyor. Gerçeği bu kadar büyülü kılan bakış açınızı merak ediyorum.
Evet, kitaplarım gerçekçidir. Anlattığım hikâyeler, görülebilen, duyulabilen, dokunulabilen, koklanabilen şeylerle dolu çok somut bir dünyada geçiyor. Örneğin, “Garajdaki Giz” adlı romanımda Michael, Skellig’i çok iyi tasvir edilmiş bir garajda buluyor. Garajın fiziksel olarak inandırıcılığı, tüm tuhaflığına ve gizemine rağmen Skellig’i de inandırıcı ve gerçekçi kılıyor. Gerçek dünya da gizemle dolu çünkü… İnsanlar bana Skellig’in çok tuhaf olduğunu söylediklerinde, ben de onlara, “Ya sen? Sen de kendince tuhaf ya da gizemli değil misin?” diye soruyorum.
Yetişkinlerin çocuklarla konuşmakta zorlandığı ölüm ve savaş gibi konuları ustalıkla işliyorsunuz. Bunu nasıl yaptığınızı merak ediyoruz…
Evet, ölüm, savaş gibi zor konulara değiniyorum. Onlardan nasıl kaçınabilirim ki, dünyamızın ve deneyimlerimizin birer parçası hepsi. Hikâyelerimde onları soyut olarak ele almıyorum; aksine, gençleri nasıl etkilediğini yansıtıyorum. Aynı zamanda, gençlerin hayatlarının sevinçle ve harika şeylerle dolu olduğunu da gösteriyorum. Hayat, karanlığın ve ışığın, acının ve sevincin karışımıdır. Aksini iddia etmek yanlış olur.
Önceleri yetişkinler için öyküler yazan biriyken sizi dünyanın en çok okunan çocuk kitapları yazarlarından biri yapan o dönüm noktasını anlatabilir misiniz?
Yetişkinler için yazmayı hayal etmiştim. Çocuklar ve gençler için yazacağım hiç aklıma gelmezdi. Sonra kendi çocukluğumdan esinlenerek, “Counting Stars” (Yıldızları Saymak) adlı bir öykü dizisi kaleme aldım. O süreçte, bir çocuğun duygusal, fiziksel, entelektüel dünyasını yeniden yaşadım ama yetişkinlere yazdığımı düşünüyordum. Öykülerin ardından, aklıma birdenbire “Garajdaki Giz”in hikâyesi geldi. Yazmaya başladığımda, “Garajdaki Giz”i ortaya çıkaranın, “Yıldızları Saymak”taki öyküler olduğunu fark ettim. En büyük şaşkınlığımsa, bunun bir çocuk kitabı olduğuna uyanmam oldu. Özgürleştiğimi hissettim. Yeni bir dünyaya adım attım. O günden sonra çocuklar ve gençler için birçok kitap, tiyatro oyunu, resimli öykü ve opera librettoları yazdım. Çocuklar ve gençler için yazmak müthiş bir deneyim; oyun oynama ve hikâye anlatmanın pek çok yolunu armağan etti bana.
“Garajdaki Giz” farklı dillere de çevrildi, 2009’da sinemaya uyarlandı. Bu romanın yayımlanmasından birkaç ay önce baba olmuşsunuz. Baba olmak, öğretmen olmak, bir insanın büyüme serüvenine eşlik etmek neleri değiştirdi?
İlkokul öğretmeni olarak geçirdiğim zamandan gerçekten çok keyif aldım. Çocuklardan çok şey öğrendim. Kırılganlıklarını, cesaretlerini, güçlü yanlarını, arzularını ve büyümenin doğasını öğrencilerimden öğrendim. Ebeveyn olmaksa ayrı bir keyifti. Bebeklikten çocukluğa, ergenliğe ve gençliğe geçişte onunla birlikte olmak, onu sevmek, tüm bu yolculuğa eşlik etmek büyük bir ayrıcalık. Çocuklar birbirine benzer, ancak her çocuk benzersizdir de, bireydir ve dünyanın daha iyi bir yer olabileceği ihtimalini hatırlatır bize. Her yeni doğanla birlikte, dünya yeniden yaratılır. Çocuklar iyimser olmamı sağlıyor ve dilerim bu iyimserlik, yaptığım işin hep merkezinde yer alır.
İngiltere’nin kuzeyinde Newcastle’da yaşıyorsunuz. O coğrafyanın sizdeki ve kitaplarınızdaki etkisini nasıl yorumlarsınız? Türkiye’de de çok sevilen “Dünya Büyülü Bir Yer” romanınızdaki maden kasabasını merak ediyorum…
Doğduğum ve halen yaşadığım yer, beni ve işimi derinden etkiledi. Kanıma, kemiklerime, ruhuma işledi. Dilimde ve kurduğum cümlelerde hissediyorum bu etkiyi. Hikâyelerimin çoğunun geçtiği yer burası. Tabii ki bir yer hakkında yazarken o mekân baştan tasarlanıyor; kitaplarım bu dünyanın tam bir kopyası değil. Olamazlar da zaten. Onlar, gerçeğin ve hayal gücünün karışımı. “Dünya Büyülü Bir Yer”deki kasaba, doğup büyüdüğüm yerleşmeye ilişkin önemli ayrıntılar içeriyor. Kendi kasabamı, Durham kömür yataklarındaki diğer kasabalarla harmanladım. Örneğin, benim kasabamda da, tıpkı kitaptaki gibi bir maden faciası yaşanmıştı ve bu felaketin bir anıtı vardı. Büyüme sürecimde, o anıtın üzerimde büyük etkisi oldu. Bir asır önce doğmuş olsaydım, yerin altındaki madenlerde çalışan bir çocuk olabileceğimi fark etmemi sağladı. Hatta, maden faciasında ölen bir çocuk olabilirdim. Bunun yerine yazar oldum ve büyüdüğüm yerler hakkında yazmaya yöneldim.
Bir videonuzda yazma sürecinizi, kolay ve pratiği oturmuş bir eylem gibi anlatıyorsunuz. Bir romanınızın yazma sürecinden de bahsederek genç yazarlara önerileriniz olur mu?
Yayımlanmış kitapların sorunu, mükemmel görünmeleridir. Tüm satırların düzenli biçimde basılmış olması, özenle düzenlenmiş sayfalar… Ancak insan zihni mükemmel değildir. Dolayısıyla yazma süreci de mükemmel olamaz. Kusurluluk, yaratıcılığın özüdür. Yeni bir kitap yazmaya başladığımda, yeni bir defter kullanırım. Birkaç sözcükle yola çıkarım, fikrimin özünü oluşturan sözcüklerdir bunlar. O defterde keşfetme, oyun oynama, karalama ya da çizim yapma konusunda kendimi serbest bırakıyorum. Sayfalarında belirenlere ben de hayret ediyorum ve hikâye gelişmeye başlıyor. Sonra bilgisayarda hepsini birleştirmeye koyuluyorum. Bazen hızlı ve özgürce yazarım, bazen de çok yavaş ve temkinli… Yeniden yeniden yazarım. Sözcüklerin sesini ve ritmini anlamak için de, yazdıklarımı yüksek sesle okurum. Noktalama işaretlerine, cümle ve paragraf uzunluklarına çok dikkat ederim. Yazmak zordur, hepimiz bunu biliyoruz, ama severek yapılması gereken insani bir eylemdir de. Kendimizi yazmaktan keyif almaya, yazmayı sevmeye bırakmalıyız.
Yazarlar gözlemcidir, ama sizin gibi felsefeyi önemseyen bir yazarın, fiziksel gözlemden çok daha derinde bir şeyleri yorumladığını düşünüyorum. Ne var orada, felsefe okumayı seven bir yazar mı?
Aslında, bilhassa “felsefi” ya da “derin” olma iddiam yok. Gerçek durumlar yaşayan gerçek insanlar hakkında yazıyorum ve bazen her şey oldukça kaygısız, bazen çok ciddi gelişiyor. Yazarken okuduğum, yaşadığım ve düşündüğüm her şeyden ister istemez etkileniyorum. Her şeyimi ona veriyorum. Bütün varlığımı çekip almasına izin veriyorum. Başka türlü yapamam.
Türkçe’de 7. kitabınız “Yeni Gelen” şimdilerde okurla buluşuyor. Romandan en çok aklımda kalan, “sıradan” ve “tuhaf” kavramlarına getirdiğiniz yorumlardı. Bu hikâyeyi sizin zihninizde başlatan neydi? Nereden geldi “Yeni Gelen”?
Yapay zekâ, robotlar ve kuklalar hakkında okumalar yapıyordum. Bu hikâyenin başlangıcı işte o zaman aklıma düşüverdi. Sıradan bir okula “sahte” bir çocuk getirilirse ne olurdu? Bütün hikâye burdan türedi. Her zaman yaptığım gibi, defterime pek çok fikir, sözcük, resim karaladım. Hikâye geliştikçe kendimi romandaki çocuklara çok yakın hissetmeye, onlara hayranlık duymaya başladım. Özellikle de George’a çok yakın hissettim kendimi. O bir “robot” olabilir, ama arkadaşlarının fark ettiği gayet insani yanları da var. Hepimiz gibi o da bu dünyada nasıl yaşanacağını keşfetmeye çalışıyor. Arkadaşları, gerçek bir çocuk olmayı deneyimlemesi için, onu kötü niyetli yaratıcılarından kurtarmayı kafaya koyuyor. Özgür olmasına yardım etmek istiyorlar. George’un “tuhaf” olduğunun farkındalar, ama kendileri de öyleler zaten. Ve George’un da “sıradan” yanları var, tıpkı kendileri gibi…
“Yepyeni bir dünyayı yaratacak yeni çocuklarız biz.” Romanın kapanış cümlesinde, Daniel’in ifadesi… Kim bu yeni çocuklar? Nasıl bir dünya yaratacaklar?
Romandaki çocuklar, herkesin eşit olmasını, eşit fırsatlara sahip olmasını, kimsenin kötü niyetli yetişkinler ya da büyük şirketler tarafından manipüle edilmemesini istiyorlar. Çocuklara saygı duyulan, sözleri dinlenen bir dünya yaratmak istiyorlar. Herkesin ormanlarda özgürce oynama fırsatına sahip olduğu bir dünya yaratmak istiyorlar!
Eğitim sistemine, dünya düzenine dair de bol bol “neden ve nasıl” sorularını okuyoruz. Bir sihirli dokunuş şansınız olsa, önce neyi değiştirirdiniz?
Okulöncesine ve ilkokul eğitimine büyük kaynaklar ayırırdım. Öğretmenlere, toplumda hak ettikleri saygıyı ve yaşam standardını sağlardım. Tüm çocukların oyun oynadığından, sanat, drama, dans, müzik deneyimlediğinden emin olurdum. Okul sınavlarının ve notlandırma sistemlerinin çoğunu kaldırırdım. Eğitim hakkında konuşan bir politikacının, eğitim hakkında gerçekten bilgi sahibi olmasını şart koşardım.
İklim krizi, pandemi, uzay, yapay zekâ gibi insanlığın gidişatını radikal anlamda değiştirecek sorunlar ya da gelişmeler karşısında sizin “yeni dünya”ya bakışınızı sormak isterim…
Bu dönüşen dünya elbette benim işimi de etkiliyor. Bağımsız düşünülemez. Örneğin, “Yeni Gelen”de yapay zekâ ve robot teknolojisindeki gelişmelerden yola çıktım. Son romanlarımdan Bone Music (Kemiğin Müziği, 2021) üzerinde de iklim krizinin büyük etkisi var. Yazar, değişen dünyaya tüm dikkatiyle bakmaya ve onun parçası olmaya devam etmek zorundadır. Ama özünde, yazarın işi değişmez. Elimden gelen en iyi hikâyeleri, olabilecek en iyi şekilde yazmalı ve bu dünyada büyüyen çocuklara ve gençlere ulaşabilmeliyim. Ancak, hikâye yazmak dünyanın en eski mesleklerinden de biridir. Antik Çağ’da mağaralarda bir araya geldiğimiz zamanlardan beri birbirimize hikâyeler anlatıyoruz. İyi bir metin, eski mitlerden yararlanır; bu dünyadan göçüp gitmiş tüm hikâye anlatıcılarından güç alır.
edebiyathaber.net (9 Haziran 2023)