Samsunlu Cemile, yani başkahramanımız meşhur kevaşe Rita, nereden bilebilirdi ki; kaderini delicesine kıvrandırıp, kendine iliştirmediği arsız kamyoncu İlyas’ın kederle üflediği sigara dumanının çizeceğini. Gizlemeye gerek yok, Rita yosmaydı, peki ya Namık? Namık’ın bunda suçu neydi? Erkeklik gururundan, klarnetine üflemediği -en doğrusu, Rita’ya olan aşkından üfleyemediği o nefes, ‘’Erkek Namık’’ın o geceden sonraki hayatında alacağı küf kokan, ciğer çürüten hicazkâr nefeslerin teminatıydı.
İlyas’ın belirlediği üzere, Ankara’nın emektar kerhanesi, Bentderesi’nin önünde başlayıp Bekir Bey’in koynunda sonlanan küstah, zaman zaman hüzünlü, bununla birlikte baştan sona kasık sızlatan bir öykü Ritanınki. Meşhur olma hayaliyle, baba ocağını terk eden, Geç Hititlerin tapınak fahişelerinden yirminci asrın ortasına dek görülmemiş bir fahişeliğin tasviriyle vücut bulan Rita, hayallerinin suya düşmesinin ardından kendini, akıttığı salyalar henüz kurumamış kurtların sofrasında bulur. Sofra zengindir: Tüccar, berber, polis, avukat, kabadayı, şoför, müfettiş… Dişiliğinin getirdiği gücü, kendi egosu uğrunda kullanmayı yeni yeni becerebilmekte olan Rita, tahmin edebileceğiniz gibi bu sofrada yem değil, tadına bakmayı bir an olsun aklından geçiren kötü kokan nefesleri ebediyen tutturacak siyanür olacaktır.
Sesi kötüdür. Usül, erkân bilmez önceleri. Makamdan da bihaberdir. Dişiliğinin kendinden önce, âdemoğlu tarafından keşfedilmesi, küçük de olsa şans tanıyacaktır Rita’ya. Güzelliği, önce, namı taşı toprağı titreten bir kabadayının ölümünü, sonralarıysa, sıkılmak nedir bilmeyeceğiniz, evlere şenlik bir dedikodu kumpanyasını getirir mahalleye.
Rita artık, erkeklerin tutkulu hülyası, kadınların ise korkulu rüyasıdır. Mahalle karıları, erlerini Rita’nın koynuna atmamak için binbir dereden su getirir. Ancak bu öyküde dedikodu, kadınların tekelinde değil erkeklerin elinde tehlikeli bir silahtır. Statüsü, dünya görüşü aynı ya da farklı aç kurt sürüsü, tadına bakamadıkları bu et parçasına güçleri yettiğince iftira atarken, öte yandan ellerinden geldiğince ikiyüzlü davranıp, fırsatını buldukça iltifat ederler. Tabi ki, tüm bunlar olup biterken, mahallemizin namuslu erkekleri, apış aralarını tutmayı ihmal etmezler.
Rita’nın en büyük korkusu aşık olmaktır. Aşk zaaftır ona göre. Onu daha on beşinde bu peşin yargıya varmaya iten kuşkusuz, en ummadığı anda hayatın o acımasız yüzüyle karşılaşması ve yaşadığı hayal kırıklıklarıdır. Artık her şey Rita’nın kafasında etiketlenmiştir. İnsanlar zaafları olan yaratıklardır ve ipleri ele geçirildiğinde onlarla yapılamayacak hiçbir şey yoktur.
Rita altına bir kez yattığı herifin sadece özsuyunu değil, tüm benliğini, ruhunu içine alır. Çaldığı her ruh için bir boncuk takar kolyesine.
Herifçioğlundan söz ederken statüten, eğitim düzeyinden laf açtık. Rita’nın gelişi, aradaki tüm farkı kaldırır ortadan. Onun tutkusu tüm mahalleyi, hiçbir özellik ayırmaksızın ipe dizer: ölüm gibi. Ölüm de öyledir hani, gelir ve hiçbir fark gözetmeden tahsilâtını yapar ve biter. Rita’nın tutkusu da öyledir. Medeniyetin ne büyük yalan olduğunu, ilkelliğin ademoğlunun damarlarında nasıl saklı durduğunu okuyucunun yüzüne çarpar, ergen kevaşe Rita.
Dünyanın belki de en köklü medeniyeti üzerinde yaşayan ve hesaba göre en ‘’erdemli’’ olması gereken insan müsvetteleri, bu güzel et parçası uğrunda, birbirlerini ilkelce katletmeye çoktan hazırdırlar.
Rita tüm bunları gerçekleştirirken, memleket Rita’nın mahallede neden olduğu kadar olamasa da, çalkantı içindedir.
1955 senesi, memleketin geçirdiği en zor senedir belki de. Kayserili gariban demirci Sarkis’in ölümü, tarihe kara bir leke olarak kazınacak 6-7 Eylül olaylarının habercisidir. Rita bilmez Demirkıratı. Demirkıratın jokeyi Menderes’i de bilmez. Hem nereden bilebilecek ki pavyon karısı tüm bunları?
O yıl Demirkırat’ın jokeyi Menderes, Atina denen bir ilde, cumhuriyeti kuran Kemal Atatürk’ün evine bomba attırır ve Serkis’e atılan iftiranın benzeri bu sefer Rum eşrafa atılır. Kör İhsan gibi kin dolu adamlar, ellerinde taşlar ve soparlarla eşrafa saldırır. Eşraf tüm geçmişini terk etmek zorunda kalır. Hasan Ağa ve Adem Ağa gibi adamlar da onların alın terine yok pahasına konar.
Rita, bu son anlattığımı bilmese de, adına siyasi atmosfer denen bu illeti hissetmiştir elbet. Ha bu arada Rita gibilerin siyaset denen şeyi bilmemesinde de fayda var demeden etmemeli. Rita, tüm bunların ne anlama geldiğini bilmeden koskoca mahalleyi birbirine katıp idare ettiyse, o illete bulaşsa kim bilir memleketin hali ne olur?
Koynuna yeni bir adam alırken Rita, memlekette ideoloji denen şey sürekli renk değiştirmekte, kırılmalar yaşamakta, bulanmakta ama billurlaşamamaktadır. Herkes bir cemiyete mensuptur ancak mensup olunan cemiyetin ortak sesi henüz oluşmamıştır.
Osmanlı ülkesinden, cumhuriyete geçmiş, millet olmuş, laik olmuş, ‘’batılı’’ olmuş o cemiyet haliyle bu durumu kaldıracak dirayete sahip olamamıştır. Ve bu durumdan doğacak öfkeyi, bu sözcüğü belki de haddiden fazla anıyoruz, en ‘’ilkel’’ şekilde, ‘’orman kanunları’’ ile dile getirebilmiştir. Rita, Sarkis ve alın terine el konulan Rum eşraf bu öfkenin kurbanıdır.
Unutmadan, eşyanın ruhu da, gözü de, dili olduğunu da öğrenemedi bizim Rita. Vatan haini olduğu söylenen Kemal Safa denen adam da öğretemedi Rita’ya bunu. Rita habersizdi. Fayans, boynundaki kolye, klarnet, şamdan, kalem, yüzük, radyo, makas,gözlük,ampul,tesbih, zımba… Bize hep onu anlattı.
Sonunda mı? Olan oldu. Rita’nın korktuğu başına geldi. Bekir Ağa denen bir adama gönlünü kaptırdı. Aşık oldu. Kolyesine dizdiği tüm çalıntı Ruhları azad etti. Bu kez kendi ruhunu sattı.
Mahalleye gelince. 55’in ramazanı, Kayseri’de Moğol istilalarından bu yana görülmemiş şekilde keyifsiz geçti, öyle keyifsizdi ki; karılar hamamındaki fayans ağladı.
Kemal Safa, gördüğü rüyayı eşyanın dilinden anlatıyor. Bu rüyada tüm kişi ve olaylar en çıplak haliyle vücut buluyor.
Gökhan Ş. Şengül – edebiyathaber.net (4 Mayıs 2011)