Kederin bizi sarmaladığı anlara, zamanlara dönüyorum.
Kente kar yağıyordu.
Kül rengi bir zamanın içinde döneniyorduk.
Havada kar kokusu vardı. Yollar kül tozlarına bulanmıştı adeta.
Karga sesleri eşlik ediyordu bana.
Okuduğum satırlar arasında gezinmeyi bırakmak istemiyordum. Hatırlattığı her şey unutulan, ama yaşanıp geçilmiş zamanlarımın bir parçasıydı:
“Ölümün boş bıraktığı daireler ve evler insanda sıklıkla terk edilmişlik ve kasvet duyguları uyandırabilir; kederli halimizde böyle yerlere insani özellikler yakıştırmak normaldir.” (*)
Ötesi yok, zamansızız öylesi yolculuklarda… Bakışsız kalmak yerine, yüzümüzü ister istemez kedere dönüyoruz.
Sormadan git diyen bakışların uzağındayız madem, aramızdaki sözü yeniden başlatmalıyız.
Kayıtsızlık bir zaman örgesi. Sessizce gelen, ama usanç da veren aykırı söze mesafe koymak için çekilen gölge yerde kendini bakışsız kılıyorsun.
Öyle ki; yaftalanan her sözün ötesinde kalmak istiyorsun.
“Ejder zamanlar,” dediğin yere döndüğünü anlatalı beri; mitik olan her şey gecene gündüzüne yansıyor.
O sözü kazıyorsun zihnine:
“Tarihini yanlış anlamak bir ulus olmanı parçasıdır.” (Ernest Renan)
Şimdi gelip durduğun yer yaban gelse de sana; hatırlattığı her şey tarihin nasıl yanlış okunduğunu gösteriyor.
“Kurucu mit”e karşı duruş, yerine pespaye bir “kahraman”lık öyküsü çıkarış…
Sözüm ona, buna, bir de “mücadele miti” yaftası eklemleniyor.
Öte Yerden Beriye…
Kopuş ve ikiyüzlülük zamanı, bunu da biliyorsun.
Aranızda artık zaman barikatları yok.
“Yadel” denilen yerdesin madem, aramaz nafile o “çocukluk cenneti”ni…
Yitik zamanın diliyle konuşmayı da bırak.
Dönüyorsun seni tutan sözlere:
“Ve kim olduğumuz ile kim olduğumuza inancımız arasındaki bu kopukluk doğal olarak ulusal ikiyüzlülük meselesine götürür bizi…”
İşte o bön bakışlar arasından geçiriyorsun düşüncelerini…
Ne kopuş var burada, ne de bağlanış, köksüzlük öyle bir şey olmalı.
Çöküntü, renksizlik her yerde. Köhneleştirilen kent, sözüm ona yıkımlarla “yeni”leştiriliyor!
Oysa, bellek unutmuyor hiçbir şeyi.
“Kolektif sorumluluk,” diyordu anlatıcı oldurulanlara…
İzlerindesin olup bitenlerin, karşında kanayan bir zaman var. Şunları da söyleyebilmek nafile sanki:
“Ben, ülkemin askerlerinin ve tacirlerinin ben doğmadan yüzyıllar önce yaptıklarından hiçbir sorumluluk duymuyorum ve sorumlu da değilim.”
Zaman öyledir, mekânlara dönünce yüzünüzü her şeyi hatırlatır size.
Gözünde bir “aziz”di… Onun her anlatısında görüyordu nasıl azizleştirdiğini…
Sonunda roman kahramanın olmuştu. Anlatan değildi, çoğunlukla hissettiren ve anlam yolculuklarına çıkarandı.
Zülcelal gibiydi bazen o çocuk bakışlarında.
Evet, bazen, tıpkı böyleydi; “bir şeyler söylüyordu, onları anlamıyordunuz ama onları anımsıyordunuz…”
Ama hayatınızın ayrılmaz bir parçası olmuştu. Bu ölene değin de sürmüştü. Şunu da görmüştün, göçüp gidince her şey bitmiyordu.
Dönüp sokaklarını adımladığın kentte onun imgesi senin zihnindeydi. Bakınca gördüğün yerdeydi hep.
Kırgınlık sözünü hatırlıyorsun şimdi.
Kime, neyeydi bu sahi?!
Küsmüştün ya kentine uzun süre, sonra da oturup orayı yazarak “barış”mıştın sözüm ona!
Oysa şimdi hiçbir şey hissetmiyorsun. Yalnızca ardına düştüğün izleri zihninde buluşturup oradan geçmiş zamanın renklerine biçimlerine bakmayı deniyorsun yalnızca.
Bir Acem ekmeği fırınını hatırlıyorsun. Odun talaşı yanan tandırda lavaş ekmeklerin kokusunu… İşte orada duruyor zaman senin için.
O günlerden beri hiç dokunulmayan bir mekânı adımlıyorsun: Kiremit fabrikasının yüksük fırın kulesi duruyor… Ötede Gümrük Hamamı, Nazik Çarşı, Kamburoğlu Hanı…Daha ötede Sanasaryan Mektebi’nin binaları…
Kuruluş ve kurtuluşun ilk tarihinin yazıldığı yerdesin…
(*) Julian Barnes, Elizabeth Finch; Çev.: Serdar Rifat Kırkoğlu, 2022, Ayrıntı Yay., 192 s.
edebiyathaber.net (13 Haziran 2023)