Söyleşi: Merve Koçak Kurt
Her edebiyatçının “şehir” ile kurduğu bağ/ilişki diğerinden farklıdır. İçinde bulunduğu, içinden geçtiği, durduğu, durakladığı, bağ kurduğu, sevdiği, nefret ettiği, kızdığı şehir onun yaz(g)ısı mıdır aynı zamanda? Merak edip Edebiyat Haber olarak “Şehir Söyleşileri”ne başlayalım demiştik. Köşemizin bu ayki misafiri Polat Özlüoğlu oldu. Özlüoğlu, “İzmir oldukça sakin, rahat bir şehirdir aslında ama tabi son zamanlarda tüm ülke gibi oldukça fazla göç almıştır ve almaktadır maalesef. Şehrin dinamikleri bozulup değişmektedir ister istemez. Ama her şeye rağmen İzmir çok özel bir şehirdir.” diyor.
Yolunuz hangi şehirlerden geçti? (Doğduğunuz, doyduğunuz, durduğunuz şehirler…) Hangisiyle nasıl “bağ”lar kurdunuz? En çok hangisinde buldunuz kelimelerinizi?
Açıkçası yolum hep İzmir’de döndü dolaştı. Burada doğdum, burada çocuk oldum, burada okudum, burada büyüdüm ve kim bilir belki de burada İzmir’de öleceğim. Onun dışında elbette seyahat ettiğim şehirler oldu, çok kısa konakladığım ya da yanından geçtiğim şehirler. Askerliğimi Sarıkamış’ta yapmış ve çok sevmiştim oraları. Bunun yanında Ankara’yı dostlar vesilesi ile sevdim. Gönül bağım olan insanlar tanıdım Ankara sokaklarında. Antalya annemin memleketi olduğu için bir yanım oraya özlem duyar her daim. Bir de tabi İstanbul var. Kelimelerin yetersiz kaldığı, anlatılamayan sadece yaşandıkça hissedilen şehir. İstanbul hep bir özlem ve arzuyu hatırlatır bana. Bunun dışında Roma, Floransa, Berlin, Madrid, Amsterdam, Atina’ya platonik olarak aşık olabilirim. Tarih kokan şehirleri seviyorum.
Diliniz, hangi dağların eteğinden/ nehirlerin yatağından nasıl beslendi/besleniyor? Karın/denizin kelimelerini diğerlerinden ayıran şey nedir sizin için?
Dilim her daim Ege’den besleniyor elbette. İzmir’in masmavi denizinden, tuzlu lodosundan, imbatından, körfezinden, yeşil dağlarından, yasemin kokan sokaklarından, Kordon boyu topuk tıkırtılarından, martı çığlıklarından, çıkmaz sokaklarından, yokuşlarından, ucu görünmeyen merdivenlerinden besleniyor öyküler. Kar uzak bir imge benim için malum İzmir’e kar düştüğü yıllar sayılıdır. Ama askere Sarıkamış’a gittiğimde kışın ortasıydı. Ve inanılmaz bir beyazlık vardı bitki örtüsünü kaplayan, uçsuz bucaksız bir saydamlık, gözleri kör eden bir yansımaydı ilk karşılaşmamız. Büyülü bir şey gibi gelmişti karla ilk tanışmam. Soğuğu hissetmemiştim bile. Bana öyküler fısıldayan karın sesine kulak kesilmiştim. Ama derya deniz bambaşka bir şey elbette. İstesek de istemesek de kelimelere, satırlara sızıyor tuzuyla, dalgalarıyla, balıklarıyla…
Büyüdüğünüz şehrin/şehirlerin en unutamadığınız “mekânları” nereler? Sizde nasıl imgeler oluşturdu buralar? En çok hangisi çoğalttı kelimelerinizi?
İzmir’de unutulmayacak o kadar çok mekan var ki sayfalar yetmez anlatmaya. Tarihi Asansör, Kordon Boyu, Alsancak, Karşıyaka, Güzelyalı, Kemeraltı, Kızlarağası Hanı, Kadifekale, İnciraltı, Urla, Şirince, Selçuk, Foça, Efes Harabeleri, Agora…. Saymakla bitmeyecek mekanlar. Ben öykülerde mekanlar üzerinden bir kurgu kurmuyorum çoğunlukla. Hatta mekansız ve zamansız öyküler çatmaya çalışıyorum ama illa ki bir şekilde İzmir’in denizi, tuzu, imbatı, kokusu, ayazı sızıyor. 21 yıl Kemeraltı’nda bulundum işim dolayısı ile, hemen hemen her gün çarşının daracık, eskimiş sokaklarını, taşlarını adımladım. Öykülerimin bazılarını bu çarşıdaki kahvehanelerde yazdım, kahve kokusu ile hayaller kurdum.
Yazarı nasıl etkiliyor içinde bulunduğu/gördüğü “mekân/lar” sizce? “Mekân” kavramı olmadan öykü yazabilir miydiniz? Neler eksik kalırdı yazdıklarınızda?
Genellikle mekansız öyküler yazdığım doğrudur. Öykünün konusu, hikayesi, kurgusu, karakterleri bazen mekana ihtiyaç duymuyorsa mekansız öyküler yazılabiliyor elbette. Bu bir eksiklik değil kışkırtıcı bir şeydir açıkçası. Çünkü mekan silüet şeklinde, belirsiz, puslu olarak anlatıldığında okuru hayal kurmaya teşvik eder, hatta kendi şehrini, bildiği sokakları, binaları öykünün içine yerleştirmesine olanak verir.
İçinde bulunduğunuz şehre dair ne söylersiniz? Edebi açıdan sizi besleyen ortamlar var mı? Yoksa, o ortamları siz mi oluşturursunuz daha çok?
İzmir oldukça sakin, rahat bir şehirdir aslında ama tabi son zamanlarda tüm ülke gibi oldukça fazla göç almıştır ve almaktadır maalesef. Şehrin dinamikleri bozulup değişmektedir ister istemez. Ama her şeye rağmen İzmir çok özel bir şehirdir. Ben evde öyküler yazan biri olmadım hiç. Hep sokakta, hep dışarıda, kafelerde, kahvehanelerde, tıklım tıkış mekanlarda, o gürültünün, uğultunun içinde, hengamenin ortasında yazmışımdır öykülerimi. Kendimi daha rahat hissetmiş, daha kolay öykülerin içinde kaybolmuşumdur. Belki bunu mümkün kılan şeylerden biri de İzmir’in merdivenli, yokuşlu, yılankavi, her daim denize dökülen sokaklarıdır. O sokakları adımlayan bir yazar olmamdır.
Bulunduğunuz şehir, üretkenliğinizi nasıl etkiliyor?
Elbette çok olumlu yönde etkiliyor. İzmir’de bir yerden bir yere gitmek trafikte saatlerce takılı kalmak demek değildir. Ulaşım kolaydır şehrin içinde. Her yer bir otobüs, bir metro, bir tramvay ya da bir vapur uzaklıktadır. Bu yüzden İzmir insanı okumaya, yazmaya, yürümeye, aylak aylak dolanmaya teşvik eden bir şehirdir. Eğer İzmir’de yaşamıyor olsaydım bu kadar çok yazıya, okumaya zaman ayırabilir miydim bilmiyorum. İşe yürüyerek gidip gelen biri olarak yıllarca okumak ve yazmak lüksünü bu şehir sundu bana.
Öykücü yanınızı da katarak, şu sıralar bulunduğunuz/yaşadığınız şehrin “kadim” mekânlarına dair neler söylersiniz? İzmir’de kadim mekanları saymakla bitiremeyiz inanın.
İnsanın ömrü yetmez her semti, mekanı, binaları dolaşıp keşfetmeye. Ben yaşadığım yere çok yakın olduğu için ve neredeyse her gün yürüdüğüm, içinden ya da önünden geçtiğim için Tarihi Asansör’ü, Saat Kulesi’ni, Kemeraltı Çarşısı’nı, Hisarönü’nü, Kızlarağası Hanı’nı oldukça seviyorum. Benim mekanlarım gibidir buralar. Kendimi buralı hissettiğim yerlerdir. O kalabalık, kahve kokusu, güvercinlerin kanat sesleri, kaldırım taşlarını arşınlayan adımlar, denizden esen imbatlar, vapur düdükleri, kilise çanları, camilerden yükselen ezan sesleri, çocuk haykırışları, seyyar satıcıların bağırışları, esnafın gürültüsü, kahvehanelerden yükselen tavla sesleri beni henüz yazılmamış öykülere savurur.
İçimizden geçen yollar ile içimizdeki sayfalar arasında bir ilişki/bir bağ var mıdır sizce? Nasıl etkilerler birbirlerini ya da… Nasıl bir keşif yazmak sizin için, nerelere götürür…
Yazmak içe doğru bir yolculuk benim için. İnsan kendine doğru yapılan seyahatleri elindeki kalem sayesinde yapabiliyor. Bu çok güzel bir şey. Kutsal bir şey. İnsanın kendine duyduğu inancı güçlendiren bir şey yazmak. Her öyküde bambaşka yollar keşfediyoruz. Ben yazarken kendimi kaşif gibi hissediyorum.
“İzmir nasıl diyor. Hiç gitmedim, gidemedim bir daha diyemiyorum, güzel diyorum sadece. İzmir hep güzel.” denilmiş “Annem, Kovboylar ve Sarhoş Atlar” kitabınızda. Neden öyle diyor kahramanınız acaba? Ya da şehir olarak İzmir’de yaşamanın ayırt edici ne gibi bir güzelliği var?
İzmir çoğu insanın kafasında hep bir son durak, yolculuğun sonu imgesine sahip bir şehirdir. Yani bütün gürültünün, uğultunun, kalabalığın, dalgaların, fırtınaların, uzun ve meşakkatli yolların sonunda varılacak son noktadır İzmir. Kahraman da yıllar önce terk ettiği şehri hem özlem duygusu hem pişmanlıkla sorar ve cevap bellidir, İzmir hep güzeldir.
Şimdilerde yeni sokaklar genelde hep numaralı… Kentin belleği ya da belleksizliğine dair ne söyleyeceksiniz, içinde bulunduğunuz şehre dair?
Belleksiz bir toplum olmaya doğru yönlendirilen, zorlanılan bir dönemden geçmekteyiz. Harika sokak isimleri vardır oysa yüz yıllardır bildiğimiz ama maalesef hepsi kasıtlı olarak tarihsizliğe, hatırasızlığa, belleksizliğe doğru sürüklenilmektedir. O isimler kitaplarda, öyküler, romanlarda kalacak belki de. Ne acı!
“Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” olsaydınız ilk hangi yazarın/şairin kapısını çalardınız bulunduğunuz şehirde? Hangi şiiri/nizi okurdunuz ona?
Borges’in kapısını çalardım ve ona Kavafis’in bir şiirini okurdum. ‘Şehir’ (Cevat Çapan çevirisi)
‘Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim’, dedin
‘bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.’
Şehirlerle ilgili/şehir kavramına dair en sevdiğiniz üç film/öykü/şiir adı… desek.
Şiirler; Şehir, Kavafis
Bursa’da Zaman, Ahmet Hamdi Tanpınar
Bu Şehri Bırakmak, Orhan Veli
Filmler; Paris’te Geceyarısı, Woody Alen
Dönersen Islık Çal, Orhan Oğuz
Tiffany’de Kahvaltı, Blake Edwards
Öyküler/Romanlar; Memleket Hikayeleri, Refik Halit Karay
İshak, Onat Kutlar
Zorba, Kazancakis
Edebiyatı bir şehre benzetseydiniz hangi şehre benzetirdiniz, neden?
İstanbul. Yaşaması da, yazması da, ölmesi de zor bir şehir. Tam yakaladığınızı sandığınızda elinizden kaçan bir kuş gibi İstanbul. İmkansızlıkların şehri.
edebiyathaber.net (3 Temmuz 2023)