Sanat dalları insan ihtiyaçlarına göre var olur ya da varlıklarını sürdürürler. Bu nedenle zaman içerisinde ortaya çıkan her sanat dalı kendinden öncekileri içinde barındırır ve kendinden sonrakilere kucak açar. Bu yönüyle en son ortaya çıktığı için yedinci sanat diye adlandırdığımız sinemada diğer altı sanat dalından izler bulabiliriz.
Yazının icadıyla birlikte hayatımıza giren edebiyatın sinema ile kurduğu bağ diğerlerinden çok daha fazladır. Çünkü amaç ve yöntem yönünden birbirlerini diğer sanat dallarından çok daha fazla desteklerler. Her ikisinde de estetik zevkle birlikte kurguya dayalı sunum bulunur. Bu nedenle edebiyat ve sinema arasında döngüsel olarak gelişen güçlü bir akıştan söz edebiliriz. Bazen edebi eserler, özellikle roman ve öyküler, metne sadık kalarak ya da kalmayarak beyaz perdeye aktarılır. Bazen de tam tersi beyaz perde filmleri izleyici üzerinde bıraktığı etki sayesinde edebi eserlere ilham kaynağı olur. Ve bu döngü pek çok yeni eserin ya da yeni sanatçının ortaya çıkmasını sağlar.
Cemil Kavukçu’yu bunun en bariz örneklerinden biri olarak düşünebiliriz. İnegöl’de sinemayla ilk tanışması, ilkokul yıllarına rastlar. Beyazperde ona büyüleyici gelir. Annesinden haftada bir gün sinemaya gitme konusunda izin koparır. Ortaokul yıllarında, artık büyüdüğü için bu izin haftada ikiye çıkar.
Kavukçu bununla da yetinemeyip on iki on üç yaşlarındayken yaşadığı evin arka bahçesindeki ahırda kendi sinemasını kurar. Bir masanın ayaklarına annesinden aldığı destekle Amerikan bezinden perde gererek arkadan mum yakar. Karşı tarafa briket ve tahta parçalarından seyirciler için yer hazırlar. Aklına gelen kadın, çocuk, adam, haydut, kovboy, at, köpek figürlerini akşamdan çizip kalem boyundaki uçurtma çıtalarının ucuna raptiyeyle tutturur. Ertesi gün bütün bu figürleri birer oyuncuymuş gibi belli bir kurgu dâhilinde oynatır. Üstelik yine akşamdan hazırladığı biletleri sayıları beş ile on arasındaki müdavimlerine satıp gelir sağlamayı bile başarır.
Kavukçu’da öykücülüğün izlerine ilk o yıllarda rastlayabiliriz. Sadece film oynatmakla kalmaz, izlediği filmleri arkadaşlarına anlatmaya başlar. Bu onların çok hoşuna gider. Hatta hızını alamayıp sinemada izlemiş gibi kafasından uydurduğu bir hikâyeyi anlatır. Arkadaşları farkına bile varmazlar.
Kavukçu, çocukluğunda gittiği Niyazi’nin sinemalarına öykülerinde bolca yer verir. Özellikle Pazar Güneşi (1983) kitabında yer alan “Pazar Güneşi” adlı öykü o dönemi anlatır. Filmden çıkmış üç çocuk bir yandan birbirlerine izledikleri filmi anlatırken bir yandan da filmde gördükleri dövüş sahnesini canlandırırlar.
Yine o yıllarda İstanbul’da gittiği bir sinemanın sahnesinde gerçekleşen canlı müzik gösterilerine tanık olur. O gün izlediği Dört Örümcek Şov Orkestrası’nı Uzak Noktalara Doğru (1995) kitabındaki “Yosun Tuttu Gözlerim” öyküsünde, Dört Örümcek alt başlığı ile anlatır.
Kavukçu’nun sinema tutkusu gençlik yıllarında da devam eder. Seçimini, eskiden olduğu gibi, macera filmlerinden yana kullanır. Aşk filmlerini çok fazla tercih etmez. Zaten aşk, öykülerinde de karşımıza sık çıkan bir konu olmaz. Aşk acısı yaşadığı dönemlerde kovboy filmi izlemeyi tercih eder. Bu bir tür kaçış olarak da düşünülebilir. Çünkü kovboy filmlerini aşk acısının panzehiri olarak görür.
Yetmişli yıllarda sinemaları porno filmlerin istila etmesiyle birlikte sinemacılıkta farklı bir dönem başlar. Tıklım tıklım dolu havasız ve pis sinema salonlarında erkeklerin topluca izlediği porno filmlerini kimileri vazgeçilmez bulurken kimileri ahlaki bir çöküntü olarak değerlendirir. İşin garip yanı ahlaki çöküntü olarak görenlerden bazıları bir yandan da açlığını duyarak sözde ne olduğunu anlamak için bu filmleri izlemekten geri durmaz. Suda Bulanık Oyunlar (2003) romanında Kavukçu, günah korkusunu bile bastırabilen bu açlık ya da meraka değinir.
Kavukçu sıradan insanların öykülerini çarpıcı bir dille anlatmayı başarır. Çünkü film merakı öykücülüğünün temelini oluşturur. Sinemada yakaladığı sahiciliği, “görüntü yaratma” tekniğiyle öykülerine aktarır. Bunu bize şöyle anlatır: “Öykü dilimi oluşturmadaki etkenlerden biri sözcük ekonomisiyse öbürü de görüntü yaratma kaygısıdır. Bu benim sinemaya olan ilgimden kaynaklanıyor.” (1)
Etkilendiği bir film karesinin yazıya nasıl dönüşeceğini düşünür. Birkaç dakikalık bir görüntüyü sözcüklerle anlatmak ve sinemadakine yakın bir etki yaratmak için sayfalarca yazmak gerektiğini görür. Bu birkaç sayfayı birkaç paragrafa hatta birkaç cümleye düşürebilmenin yollarını arar. Sonra işin püf noktasının ayrıntı olduğunu fark eder. Anlatmak değil göstermek gerektiğini anlar.
Günlük yaşamda önemsizmiş gibi görünen pek çok ayrıntının aslında ne denli önemli olduğunu fark eder. Ve sinemada yakaladığı görüntüyü bu ayrıntıları kullanarak vermeye çalışır. Hem bu şekilde insanların iç dünyasının da anlatılabileceğini fark eder. Sinemayı mercek altına alır ve filmleri bu bakış açısıyla izler. Yazacağı her şeyi gözünde canlandırır. Uygun sözcükler arar. Gerekli ayıklamaları yaptıktan sonra yazıya döker.
Bilinen Bir Sokakta Kaybolmak (1997) kitabındaki “Nolya” adlı öykünün sinematografik potansiyelini bu teknikle yazılmış olmasına bağlayabiliriz. Nitekim “Nolya”, M. Cem Öztüfekçi tarafından kısa film olarak çekildikten sonra Yunanistan’daki Drama Uluslararası Kısa Film Festivali’nde en iyi filme verilen Grand Prix ödülüne layık görülür.
Özetle sinemanın Kavukçu’da yaratıcılık fitilini ateşleyen en önemli unsur olduğunu söyleyebiliriz. Yalnız Uyuyanlar İçin (1996) kitabında yer alan “İki Ölü Gibi” adlı öyküyü, yönetmenliğini Carlos Saura’nın yaptığı Av (La Caza) adlı filmden etkilenerek yazar. Filmde izlediği tazıyla tavşan avı öyküye konuk olur. Ava ve davranışlara sinen gizli ölüm hazırlığı öykünün atmosferine sızar. Kavukçu bu konuda şöyle der: “İyi bir filmden çıktıktan sonra, ondan etkilenmişsem, mutlaka bir öykü düşünürüm. Yeni bir öyküye başlarım, yarım kalmış bir öyküme bir şeyler eklerim. Beni zenginleştiren, öyküye çağıran bir kaynaktır sinema.” (2)
Kaynakça:
(1) Tülin Er, Kendi Yatağını Çizen Öyküler, Everest yayınları, İstanbul, Kasım 2004, s.138
(2) Kemal Selçuk, Cemil Kavukçu İle 24 Saat, Etik Yayınları, İstanbul, Kasım 2001, s.72
edebiyathaber.net (22 Temmuz 2023)