Söyleşi: Merve Koçak Kurt
Her edebiyatçının “şehir” ile kurduğu bağ/ilişki diğerinden farklıdır. İçinde bulunduğu, içinden geçtiği, durduğu, durakladığı, bağ kurduğu, sevdiği, nefret ettiği, kızdığı şehir onun yaz(g)ısı mıdır aynı zamanda? Merak edip Edebiyat Haber olarak “Şehir Söyleşileri”ne başlayalım demiştik. Köşemizin bu ayki misafiri Hasan Bozdaş oldu. Bozdaş, “Kentlerin bellekleri uzun zamandır yok, bildiğimiz isimleri unutmamızı istediler, bu topluma dağ isimlerini hatta köy isimlerini hatta kendi çocuklarının isimlerini unutturdular… Hafıza bir insan ömrünce yaşamıyor ne kötü, yine de alışamıyoruz bu unutkanlığa.” diyor.
Yolunuz hangi şehirlerden geçti? (Doğduğunuz, doyduğunuz, durduğunuz şehirler…) Hangisiyle nasıl “bağ”lar kurdunuz? En çok hangisinde buldunuz kelimelerinizi?
Çok otobiyografik bir söyleşi olacak belli ki. Siz sorunca fark ettim, şehirlerim üzerine hiç düşünmemişim, aslında pek çok şehirle bağ kurdum yine de hiçbirinde kalıcı olmadım, burada da ne kadar kalırım bilemiyorum.
Diyarbakır’da doğdum, hatırladığım en eski iki anı Diyarbakır’a ait, birinde kırmızı bir minibüsü kovalıyorum diğerinde ise “Dünyanın Ayak İzi” şiirimi yazmaya iten meczubu hatırlıyorum köyün çeşmesinin başında. Sonrasında Elazığ ve yine Diyarbakır serüvenimiz var. Elazığ’a dair pek bir şey anımsamıyorum, sadece Hazar Gölüne yakın bir köyde yaşadık, babam oraya imam olarak atanmıştı, zaten genelde görmüş olmayı ona borçluyum, güzel bir çocukluk geçirdim, at sırtında, minberde, odun tomruklarının üzerinde… Arkadaşlarımın isimlerini de anımsıyorum ama 30 yıl ötede kaldılar. İlkokulu ve ortaokulun bir bölümünü Diyarbakır’da, liseyi Kayseri’de okudum, üniversiteyi ise Kırıkkale’de okudum; Didim’de gazetecilik, Ankara’da avukatlık yaptım ve şimdi Akçakoca’da hukuk dersleri veriyorum. Bu aralar Ankara ve Akçakoca arasında yürümekle meşgulüm.
Türkiye’de neredeyse her şehirde; dışarıda ise Tanca’da, Marakeş’te, Tromso’da, Saraybosna’da, Helsinki’de, Kopenhag’da, Kotor’da ve daha birçok yerde durakladım, bazıları kısa bazıları uzun sürdü. Çoğunda dize buldum fakat bu, şehirlerle mi ilgiliydi yolda olmakla mı ilgiliydi bilmiyorum. Yolu buldum ama duracağım şehri bulamadım.
Diliniz, hangi dağların eteğinden/ nehirlerin yatağından nasıl beslendi/besleniyor? Karın/denizin kelimelerini diğerlerinden ayıran şey nedir sizin için?
Çocukluğumun bir bölümü Diyarbakır/Bismil’de geçti, orada Dicle nehri akar ve güneye devam eder, nehir kıyısında büyüdüm diyebilirim.
Diyarbakırda dağ gördüm denilemez, Karacadağ var ama o görülemeyen bir dağdır, ilkokul öğretmenimiz müthiş düşkündü Diyarbakır folkloruna ve daha üçüncü sınıftayken pek çok Diyarbakır türküsünü ezberletmişti bize, halen hatırlarım çoğunu. Türküde geçen Kırklar Dağının nehrin öte yakasındaki hâkim tepe olduğunu, Hevsel Bahçelerinde çınar değil de salatalık yetiştiğini, Hançepek’i, Bağlar’ın adının gerçekten üzüm bağlarından geldiğini… Ben aslında Diyarbakır’ı keşfetmeye türkülerle başladım, bir de Kadri Göral şiirleriyle… Ama Dicle Nehrini Bismil’de değil de Diyarbakır’da on gözlü köprünün altından geçerken, Hevsel bahçelerinde balık tutarken, surlardan ayaklarımı sallarken sevdim. Bir de Cizre’de sevdim. Orada Molla Cezeri’nin kırmızı medreseden nehir kenarına yürüdüğünü ve şiirlerini tıpkı Fuzuli gibi nehre bıraktığını düşünmek hoşuma gitti sanırım.
Denizle erken yaşta tanıştım. Yaz tatillerimi çoğunlukla Didim’de kuzenlerimin yanında geçiriyordum, ilk şiirlerimi Didim’in oluşturduğu o atmosferde yazdım. Pek çok açıdan kendimin farkına vardığım yerdir, şimdi de buruk ve lezzetlidir. Artık tahammül edemiyorum ama, neredeyse turizm başkenti haline gelmiş. Oturup kendimi dinleyebileceğim bir yer kalmamış. Didim’de gazeteci bir arkadaşımın çıraklığını da yapıyordum, radyo programlarına başladım, şiir seslendiriyordum sıkça ve sonrasında birlikte yerel gazete çıkarmaya başlamıştık, ilk düz yazı tecrübemi orada gazetedeki köşeme borçluyum. Deniz beni çok terbiye etti çünkü ben sadece toprağın koyu rengine aşinaydım.
Şiir yazmaya Kayseri’de başladım ve bir dağdan hoşlandım, burada bir şehir dağsız olmamalı kanaatine varmıştım, o yüceydi ben küçüktüm ama korunaklıydı, Erciyes’i gören bir pencerem vardı, uyanınca ilk onu görürdüm, mesela üniversite okumaya Kırıkkale’ye giderken Erciyes gözden kaybolunca gözlerim dolardı çünkü artık yalnızdım, Erciyes görünmüyorsa ev çok uzak demekti. Herhangi bir yerden Kayseri’ye dönünce Erciyes görünmeye başladığında yüzüm gülmeye başlardı çünkü artık evime yakın olduğumu hissederdim, Erciyes’le böyle bir bağım var ve dağlar içerisinde en çok sevdiğimdir, bu yüzden Kayseri ile dostuz. Tam bu dönemlerde Faruk Nafiz’in “Han Duvarları”nı sıkı bir şekilde okumaya başlamıştım. Ben şiir yazmaya başladığımda Erciyes imge dünyam için önemli bir enstrümandı, mesela Cinnetin Etimolojisi şiirimdeki dağ hitapları doğrudan Erciyes’le ilgilidir aslında. Beklerken İzafiyet Dersleri şiirimi de Kayseri’de Ali Dağında yazdım, bir daha da Kayseri’de şiir yazamadım zaten.
Tüm şehirlerim içinde en çok Diyarbakır’ı sevdim, en çok Ankara’dan nefret ettim. Ankara’dan nefret ettim çünkü benim için tek anlamı hastaneydi, hatta çocukken AŞTİ’ye varınca muavinin geçmiş olsun demesini, otobüsteki herkesin Ankara’ya hastane için geldiğine yorardım. Üniversiteyi Kırıkkale’de okumaya başlayınca, zaman zaman hafta sonları Ankara’ya gelmek dahi işkence gibiydi, bu şehre hiçbir zaman alışamayacağımı düşünüyordum. Bir şekilde burada avukatlık yapmaya başladım, eşimle burada tanıştım, şiirlerimi çoğunlukla buradaki dergilerde yayımladım, gerçek anlamda edebiyat ortamına Ankara’da dâhil oldum ve şimdi burada yaşıyorum. Anlıyorum ki sert görünse de çok iyi bir kalbi var Ankara’nın, sanıldığı kadar betondan değil. Ya da Murat Çelik gibi düşünseydim, betona kalp oymuşsun derdim.
En çok Diyarbakır’ı sevdim ama hiçbir zaman sevdiğini belli edememiş bir baba figürü gibi Diyarbakır, biraz da orada yaşadığım dönemin kaotik atmosferinden olsa gerek oraya korkuyla bağlandım. Ama Diyarbakır’ın öyle bir şehir karakteri var ki, surların içerisinde her bir sokağın, her bir konağın, türbenin, minarenin ruhuyla tanıştım. Müthiş bir saygım var ona, tek üzüntüm, henüz Diyarbakırla şiirsel bir bağ kuramamış olmak. Gerçi o bağı Sezai Karakoç dahi kurmakta zorlanmış.
Büyüdüğünüz şehrin/şehirlerin en unutamadığınız “mekânları” nereler? Sizde nasıl imgeler oluşturdu buralar? En çok hangisi çoğalttı kelimelerinizi?
Didim’de Apollon tapınağı Homeros okumamı sağladı çünkü orada Bafa gölünün dahi mitolojide karşılığı olduğunu öğrendim, aynı zamanda Medusa’nın en güzel taş portreleri orada. Müthiş doyurucu bir atmosferdi benim için. Kayseri’de Seyit Burhanettin mezarlığında çok vakit geçirdim ve Hunat Medresesinde çok kitap okudum. Ankara’da kadim mekânlardan tek sevdiğim yer Arslanhane camiidir belki de. Fakat Hamamönünün, Samanpazarının, kale civarının eski halini hatırladıkça ürperiyorum, bugün kaleye yakın pencerelerden Ankara’ya bakmak hoşuma gidiyor, Ankara benim için bu kadar. Ve bunların hiçbiri şiirlerime dâhil olamadı.
Diyarbakır’da Keçi Burcundan gün batımını izlemek en sevdiğim şeylerden biriydi, Dağkapı’dan Hz. Süleyman Camii’ne ya da Mardinkapı Mezarlığına doğru yürümek de. O güzergâh aynı zamanda çocukluğumun da geçtiği sokakları barındırıyor. Ciğer kokusu, şerbetçiler, samimi bir kaos, sokaklardaki yoksulluk, kokudaki yoksulluk, görüntüdeki yoksulluk… Turistik olmadan önce Ulu Camide saatlerce oturduğumu, hatta uyuduğumu biliyorum. Yine oturuyorum. Beni orası kadar dinginleştiren başka bir yer bilmiyorum. Ulu Caminin avlusu bir mürşid aslında, şimdi zorlanıyor, daha çok bir film platosu gibi artık. Bir de Hasan Paşa Hanı var. Çocukluğumun bir tarafı olan sokaklar artık yok, yerlerine nizami evler ve çarşılar yapıldı, eskiden mimari olarak çirkindi evet ama şimdi de bir konteyner kente benziyor Sur. Ve sokaklarında yürünemiyor çünkü orası da turizme kazandırıldı. Artık Diyarbakır’ın bana şiir yazdırabileceğini sanmıyorum. Varsa bir ruhu, artık mezarında değil, taşınmıştır ya da ara sokaklarda bazalt taşının serinliğinde oturuyordur.
Yazarı/şairi nasıl etkiliyor içinde bulunduğu/gördüğü “mekân/lar” sizce? “Mekân” kavramı olmadan şiir yazabilir miydiniz? Neler eksik kalırdı yazdıklarınızda?
Fatih Kutlubay, sen bir atmosfer şairisin demişti. Ona hak veriyorum çünkü derli toplu bir şekilde bakınca, şiirlerimin mekânları, zamanları ve kurmacaları var. Atmosfer, mekân olmadan mümkün olmaz. Şiirin kendisi bir üst mekândır ve katmanları vardır. Bir çocuk yeni bir oyun öğrenmiş, tekrar ediyor, tam olarak böyle bakıyorum mekânlara. Şiirlerimde bir mekânı alıp başka bir mekâna yerleştiririm ve bu fark edilmesin isterim. Kırmızı Medrese ve El-Hamra sarayı aynıdır benim için ya da aynı caminin iki sütunundan biri başka bir yerdedir aslında, okur böyle inansın isterim. Mekân olmasaydı ben nerede konuşacaktım? Ama somut olarak bir mekânı güzellediğim olmuş mudur, nadirdir, mekân benim için şiirin geçtiği yerdir sadece.
İçinde bulunduğunuz şehre dair ne söylersiniz? Edebi açıdan sizi besleyen ortamlar var mı? Yoksa, o ortamları siz mi oluşturursunuz daha çok?
İlk edebi ortamım Kayseri’de oluştu. Daha lisedeyken Senem Gezeroğlu ve Alptuğ Topaktaş ile butik bir edebiyat kulübü gibiydik, sonrasında Deniz Dengiz Şimşek’in de dâhil olduğu o küçük kahve masası harikuladeydi.
Kayseri’de en büyük kazanımım Fatih Kutlubay olmuştur. Hem meslektaş hem de edebiyatçı olarak dostluğumuz benim şiirimi, onun öyküsünü birlikte pişirdi. Kayseri’de gençlerin dâhil olduğu başka bir edebiyat ortamına vakıf değildim o dönem için, Yoğunburç kültür evi çevresinde yerel şair ve yazarların bir mahfilinden söz edilebilir ama hiçbir zaman dâhil olamadım.
Ankara’ya yerleşince Hece ortamına dâhil oldum. Çok değerli bir atmosferdi, çok istifade ettim, yıllarca Rasim Özdenören ve onun gelenekselleşen Cumartesi oturmaları, yine Hece bünyesinde diğer buluşmalar bana çok şey kattı. Pek çok şairle, entelektüelle Hece’nin oluşturduğu vesilelerle tanıştık. Nuri Pakdil, Ebubekir Eroğlu, Hüseyin Atlansoy, Hayriye Ünal, Hakan Şarkdemir… Şimdilerde Buzdokuz’da benzer bir serüvenin içindeyiz.
Bulunduğunuz şehir, üretkenliğinizi nasıl etkiliyor?
Ankara’nın üretkenliğime doğrudan bir katkısı yok, nerede olursam olayım yazın serüvenimi ben koordine ediyorum. Ankara, beni dâhil ettiği Hece ve Buzdokuz ortamları sebebiyle katkı sunmuştur ancak. Söyleşiler, kültürel ortamlar açısından sunduğu imkânlar elbette yadsınamaz. Dergilere, kitaplara ulaşmak burada çok daha kolay, yayınevlerinin mutfağına, dergilerin mutfağına dâhil olabiliyorsunuz. Taşraya hiç gitmeyecek filmleri burada yönetmenleri ile izleyebiliyorum. Konserler, söyleşiler… Her anlamda üst düzey olanaklar ve erişilebilirlik sağlıyor Ankara kültür ortamı adına. Ama üretkenlik başka bir konu, bir şehir ona tek başına ne yapabilir bilmiyorum. Neticede Hölderlin de bir kulede hapisken yazıyordu.
Şair yanınızı da katarak, şu sıralar bulunduğunuz/yaşadığınız şehrin “kadim” mekânlarına dair neler söylersiniz?
Ankara’da beni heyecanlandıran tek şey Ankara kalesi civarında yürümek, antikacılara uğramak, kartpostal aramak. Arada Anadolu Medeniyetleri ve Koç müzelerine uğramak da buna dâhil. Ankara’da güneş gökdelenlerin ardında batıyor ve kalabalık. Şairin biricik yalnızlığıyla baş başa kalabilmesi mümkün değil.
“ben granada’yı bulduğumda her yer ışıktı
dokuz bin yüz yıl yaşasın diye büyü yaptım
at nallarına, kara bibere, sabuna bile
çok yaşasın diye çok kemer yaptım
girdikleri yuvaya sonsuzluk götürdüler
ben granada’yı bulduğumda her yer ışıktı
tanca’dan bakarsam göremem seni
her evde bir havuz ve ruh ağacı
sokaklarda kitap ağacı tütsü ağacı
ders almaya gelecekti sühreverdi
o da dostları da uzun yaşamadı” diyorsunuz İnsanın Madde Olmayan Kısmı kitabınızda. Bu alıntıdan yola çıkarak “ışık, sonsuzluk, şehir, imge” kavramları ve bunların birbiriyle ilişkisi hakkında kısaca neler söylersiniz?
Bence insanlık, Endülüs’te medeniyet diyebileceği şeyi buldu ama çok uzun sürmedi bu. Hoşgörüyü, dini, müziği, edebiyatı, matematiği ve kokuyu bir arada düşünmek, fikirleri yarıştırmak, felsefeyi açmak, mantığı uyarlamak ve geleceğe bırakmak, yıldızları gözlemlemek ve bundan hem bilimsel hem estetik haz almak, bir kadının bir üniversite kurması, o üniversiteden mesela İbn-i Haldun’un dahi mezun olması, taşın nakış gibi işlenebilmesi… Ben at nalı kemerlere ve Endülüs süslemelerine vurgunum, kokuyla ve sesle insanların tedavi edilebilmesi, estetiğin öne geçmesi ve şehirlerin de estetik bir biçimde kurulması, çünkü Allah güzeldir güzeli sever, yargıçların çok yönlü insanlar olması, müzik aletlerinin yapılması ve bugüne kadar bozulmadan gelen besteler: “İşbiliyye’nin kızları, lamma bada ve diğerleri…” Bütün bunlar için müthiş bir toplum oluşturmanız gerekir, toplumun buna hazır olması, çoğulcu olması, yöneticilerin sevilen adil insanlar olması, kültürel yaşamın teşvik edilmesi, refah ortamının sunulması… Endülüs bu demektir, benim için mükemmel bir düzen geçmişte kurulmuştur, iradeyle gelecekte de kurulur anlamına gelmektedir.
O yüzden Granada bulunduğu yeri aydınlatıyordu, biz Granada’dan bize kalanlarla bilim dediğimiz şeyi bu yüzyılda da geliştirmeye devam ediyoruz, Granada’nın felsefeye düştüğü şerhleri bugüne taşıdık, aydınlanma dediğimiz şeyi Granada’sız nasıl okuruz.
Haymatlos Bir Süs Bitkisi şiirinizde “haymatlos gitmediğin yer kalmadığında ne olacak” ve “haymatlos haritalar çizilirken cetveldi” dizeleriniz var. Haymatlos kavramı ve şiirinizin izleği üzerinden şehir hakkında ne söyleyebilirsiniz?
İlk kitabımda birkaç dizede şehir kavramı geçiyor aslında. Bunların bazıları belli bir şehre ait imgeler değil. “Kim çiziyor bunca zamandır şehirleri/sen şuraya sen de şuraya/burası ölümlüler için doyum noktası” demişim bir yerde. “Bu şehir mum kokuyor, geçmek istemedim/ uğurlayıcılar yer tutmadı yeterince/ kule vinçler bir araya geldiler/ ve şehrin provasını yaptılar, başarılıydı” dizelerimi Stokholm’de yazmıştım çünkü şehrin silueti sadece kule vinçlerden ibaretti gittiğimde. Geçen günlerde Ayder Yaylasına gittiğimde de durum farklı değildi. Bir de annemin Suriye savaşına ağlayıp “bir şehir güzelse Halep’e benzerdi” deyişi vardı, onu almışım şiirime. Buradan çok uzak bir yere varmıyorum aslında. Edward Said’e ve onunkine benzer postmodern bir yersiz yurtsuzluğa ulaşıyoruz artık. Son gökten sonra kuşların ve son sınırdan sonra insanların gidecek bir yerinin olmaması… Böyle olunca şehirlerin de bir anlamı kalmıyor sanki. Haymatlos kavramı, uluslararası hukukta yurtsuz olarak tabir edebileceğimiz herhangi bir devlete hukuki aidiyeti olmayan kişileri ifade eder. Böyle olunca pek çok haktan da yoksun olarak yaşama gayretindeler. Bunu tasavvufi anlamda insanın yeryüzü deneyimiyle bağdaştırabiliriz. Aynı zamanda bu artık postmodern insanın ruhsal gerçekliği. Savaşlar, yıkımlar, ötekileştirmeler ve toplumların nefret yükü bizi buna itebilir. Şehirler karakterlerini toplumlar ve kapitalizm lehine terk etti, böyle olunca bir şehir kimliği artık var mı, bundan söz edilebilir mi bence çok nadir. Kaldı ki estetik yoksunluk, tarihin ve doğanın tahribatı şehirleri bir bloklar yığınına çevirdi. Bunu eleştirmek için “ileride herkes biraz brütalist olacak ve mümkünse/ afrika brütalizmini seçelim onda biraz estetik de bulunur/ gerçi [süslemek suçtur] / estetik tanrı’nın da hoşuna giden bir şey/ ben gelecekte hoşuna giden bir şey görmüyorum.” demişim. Bir apartman dairesine bağlılığımı ifade edemem. Geçmişiyle bağını koparmış bir şehre, bana huzur vermeyen ve sadece kişisel yaşanmışlık öykümü sunan bir şehre geleceğimi vermek istemem ama düzeltmek için çabalayabilirim. O yüzden haymatlos artık beni ifade eden bir kavram, şehirler üstü, dünya üstü bir yol hali bu. Bütün şehirleri aynı anda sevmemek, bütün şehirlere aynı anda ait olmamak. Bugün bir Cafer el-Mansur yok ki bir Bağdat yapsın kozmik yuvarlaktan ders alarak, ona büyü yapsın, şehir bizi bırakmasın. Şimdi şehirlerimiz yok sadece ara sokaklarımız var.
Şimdilerde yeni sokaklar genelde hep numaralı… Kentin belleği ya da belleksizliğine dair ne söyleyeceksiniz, içinde bulunduğunuz şehre dair?
Neye dair bir hafızamız kaldı ki. Anılarımız numaramatik, oturduğumuz semtlerde daha önce kimler oturmuş bilmiyoruz, oturduğumuz şehirde izini sürebileceğimiz kişileri bulamıyoruz, mezarlarını dahi bilmiyoruz, toprağın fihristi yok. “Kentler ve Gölgeler” tadında bir iz sürücülüğüne ihtiyaç var, Ankara’dan o kadar şair geçmiş ki, isterdim bilelim hangi şair nerede yatıyor, hangi evde oturmuş, hangi parka gitmiş, kültür belediyeciliği bunu yapabilirdi, tek tesellim evim bir şairin adıyla müsemma bir caddede, Ceyhun Atıf Kansu. Korkarım o da şairliğinden değil, tabipliğinden buna layık görülmüş. Kentlerin bellekleri uzun zamandır yok, bildiğimiz isimleri unutmamızı istediler, bu topluma dağ isimlerini hatta köy isimlerini hatta kendi çocuklarının isimlerini unutturdular… Hafıza bir insan ömrünce yaşamıyor ne kötü, yine de alışamıyoruz bu unutkanlığa.
“Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” olsaydınız ilk hangi yazarın/şairin kapısını çalardınız bulunduğunuz şehirde? Hangi şiiri/nizi okurdunuz ona?
Ben Sezai Karakoç’u çok sevdim, ama kapısına gidecek cesareti bulamamıştım, cenazesine de. Bugün imkânım olsaydı sanırım Sezai Karakoç’un kapısını çalardım. Ama bir şey okuyabilir miydim bilmiyorum.
Şehirlerle ilgili/şehir kavramına dair en sevdiğiniz üç film/öykü/şiir adı… desek.
Oyunbozanlık yapıp bu soruyu başka bir yöne çekmek istiyorum.
Şehirler filmlerde çok hor kullanılıyor, pahalı aksiyon filmleri şehirleri ihtişamla yansıtsa da daha çok önem vermesini beklediğimiz sanatsal filmler şehirlere dair çok bir şey söylemiyor. İnsanların hikâyesi şehirlerin hikâyesinin önünde duruyor. Bir şehrin ruhuna inebilen filmler çok çok az. Ama yolda olmayı hissettirdiği için “İşe Yarar Bir Şey” çok önemsediğim bir film. Kapadokya ve yılkı atları için “Kış Uykusu” da güzel bir deneyimdi.
Geçmişte “Kentler ve Gölgeler” adında, bu ülkede muhtemelen o kalitede başkaca çekilmemiş bir belgesel serisi yapıldı. Şehirleri, oraya mal olmuş sanatçılar üzerinden izleyen Türk sanatçıların sunuşuyla yapıldı bu, bir hayalim kaldıysa eğer, muhtemelen sıkı bir şehir gezisi belgeseli yapmak olurdu. Tüm şehirleri o şehirlerin kültür kutuplarının izinden izleyebilecek kadar derin gezmek ve anlatmak isterdim, o kadar uzun bir ömür ve bana o şansı verecek bir yapımcı yok.
Edebiyatı bir şehre benzetseydiniz hangi şehre benzetirdiniz, neden?
Fas’ın Fes şehrine benzetirdim muhtemelen. Katmanlı ve kaotik, bir o kadar o katmanların içinde estetik ve nezih, şehir bir tür tesettüre sahip hatta Titus Burckhardt bunu çok güzel anlatıyor. Edebiyata yorduğumuz her şeyden orada biraz bulmak mümkün. İma, ironi, parodi, kolaj, montaj, modern, klasik, postmodern, lirik, absürt, avangart, estetik ve bilgi… Hepsini saklıyor ve hepsini sunuyor ama aleni değil, on bine yakın sokak içerisinde doğru sokağı bulmak gerekiyor.
edebiyathaber.net (1 Ağustos 2023)