Naki Selmanpakoğlu: “Yazar tarihe tanıklık eder.”

Ağustos 3, 2023

Naki Selmanpakoğlu: “Yazar tarihe tanıklık eder.”

Söyleşi: Zeynep Yenen

İnsan Dediğin” isimli kitap Dorlion Yayınları tarafından basılarak Ağustos 2021’ de okuyucuyla buluştu. Kitabın yazarı Prof. Dr. Naki Selmanpakoğlu ile kitabı üzerine söyleştik. 

Değerli Naki Hocam, öncelikle söyleşiyi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Okuyucularımız için bize biraz kendinizden bahsedebilir miydiniz? 

1945 Hacıbektaş doğumluyum. İlk, orta ve lise tahsilimi Ankara’da tamamlayıp 1969 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezun oldum. Genel Cerrahi ve Plastik Cerrahi ihtisaslarını GATA da yapıp 2000 yılına kadar bu kurumda doçent ve profesör olarak çalışıp bu tarihte emekli oldum. Daha sonra özel hastanelerde çalıştım. 2015 yılında yakalandığım hastalık nedeniyle ameliyat geçirip mesleğime bir süre ara verdim. 2019 tarihinden itibaren özel bir hastanede çalışmaya başladım. Öykülerimin bazı dergilerde (Sözcükler, Lacivert, Edebiyatist, Edebiyat haber v.b) yer almasını takiben on beş öyküden oluşan İnsan Dediğin adlı kitabım çıktı. drnaki.com blog adresimde çıkardığım dergiler ve kimi yazınsal edebiyat örnekleri bulabilirsiniz. Halen öykü yazmaya devam ediyor ve Lösante Hastanesinde yarı zamanlı çalışıyorum. Evliyim, iki çocuğum var. Ankara’da yaşıyorum.

Yazmaya ilk ne zaman başladınız? Pek çok yazar yazmaya başlamak için bir kırılma anı olduğundan ve sonrasında o kırıktan yazının akıp gittiğinden bahseder. Mine Söğüt’ün söylediği gibi bu kırılma anı kişisel veya yaşanılan toplumsal gerçeklerle ilgili olabilir. Toplumsal gerçeklere dayanan, çevrenizde yaşadıklarınızdan ve hastalarınızdan esinlenen öykülerinize dayanarak soruyorum bu soruyu; sizin yazmaya başlama kırılmanız nasıl oldu? Yazım yolculuğuna başlarken elinize kalemi aldırtan etken neydi?

Okumayı seven bir aile içinde yetişmemin bunda rolü çok olsa gerek. O zaman Halk Kütüphaneleri de bize çok güzel olanak tanıyordu. Ne ki yazmak ve bunu okura sunmak diğer aktivitelerim nedeniyle hayata geçemedi. Futbol, tiyatro, koro bir de ağır bir tıp tahsili eklenince yazmaya uzun süre cesaret edemedim. Plastik cerrah olarak gerek GATA’da yaralı askerlerin ameliyatı gerek özelde kozmetik ameliyatlar, bunların yazınsal edebiyatta yer almasının ve gelecek kuşaklara bir arşiv- anı olarak bırakılmasını hep düşledim. Ve yaşanmışlığa dayanan olguları kısa notlar alıp sakladım. İlerde yazarım diye. Hala yazamadığım, öyküleştiremediğim pek çok notlarım var. 

Kırılma anı 2015’te UMAG da oldu. Yazarlık kursuna gitmem beni heyecanlandırdı, “yazabilirim” diye düşündüm. Zaten bir hastalık nedeniyle doktorluğu bırakmıştım, bol vaktim de vardı. Hayata tutunmak için, hâlâ bir şeyler yapabiliyorum diyebilmek için üretmek gerekiyordu. Bu arada iki koroda türkü söylerken geçirdiğim operasyonda sesim de kısıldığı için aktif bir hayatın devamı, edindiğim bilgi ve duyguları öyküleştirmekle olabilirdi. “Yazınsal geleneği göz ardı etmeden” kalemi tutuşum biraz geç oldu ama bana yeni bir hayat kazandırdı.

Şimdilerde yazmak için sizi harekete geçiren etmenler neler?

Açıkçası sözel olarak anlattıklarımın pek çok insana ilginç gelmesi ve “Neden bunları   öyküleştirmiyorsun?” diye her eli kalem tutana söyledikleri güçlendirici teşvikler. Bir öykümün bir dergide yayımlanmasının verdiği moral ve hâlâ göğüs boşluğumda beni sıkan yazarsam rahatlayacağımı ve yeni bir şey üreteceğimi düşünmem. Okuyanın az olması mesleği yazarlık olmayan birisi için pek de önemli değil. Ben yazdığım öyküleri beğeniyor bir süre sonra da iyi ki yazmışım diyorsam bu mutlulukla yetinmeye alıştım. “Okurun az olması yazarı olgunlaştırır, şımartmaz.” Bir de yaşam boyu hep toplumla bir şeyler paylaşmaya, bir şeyler üretmeye alışmış insanın hevesi, içimde hiç dinmedi.

Öykülerim dergilerde çıktıkça neden bir ikinci kitap olmasın diye düşünmeye başladım. Bloğumda topladığım öykü, deneme çoğaldıkça ikinci bir kitap çıkarabilirim diye düşünmeye başladım. Bu da yazmak için, beni zaman ayırmaya zorladı.

Kitaba ismini veren ve Madımak katliamıyla ilgili olan öykünüz en etkileyici öykülerinizden. Yazarın tarihe tanıklığı konusunda ne düşünüyorsunuz?

“İnsan Dediğin” Metin Altıok’un “İnsan dediğin saçaktaki serçenin farkına varacak…” diye başlayan şiirinden alındı. Madımak’ ta yapılan da insanlık dışı bir olaydı. İnsanoğlu tarih boyunca birbirine ne işkenceler yapmış ama artık insanlığa geçme zamanının geldiğini düşünüyor dünya. Ne ki doğunca insan olunmuyor. İnsan olmak ahlak, kültür, sevgi vb. başka unsurlarda gerektiriyor.

Olayın diğer boyutu Madımak’ta yanarak GATA Yanık Merkezi’ne gelen hastaların yaşadıkları; bir öykü değil birkaç roman çıkacak kadar derin ve insanlık dışıydı. Bir de olayın tıbbi boyutu var. Avrupa’nın en büyük ve organize yanık merkezine hastaların anında sevk edilememesi. Bu yangına müdahale edilmemesi kadar dramatik bir hatadır. Belki o zaman kayıplarımız daha az olacaktı. Bunlar hiç konuşulmayan şeyler. Sizin aracılığınızla söylüyorum 35-40 ağır yanıklı hastaya aynı anda müdahale edecek ne hekim ne de malzemesi olan, GATA dışında hiçbir hastane yok. Ama yanan yandığı ile kalsın ses çıkarmayın deniyorsa, iki gün sonra hasta şokta nereye isterseniz gönderin, kimi hastaları kurtaramazsınız.

Bu önemli bir ders çıkarılması gereken sağlık organizasyonuydu. Ama, ülkemizde hala yanan bir hastanın inanın nerede, nasıl tedavi olacağı meçhul. 

Yazar tarihe tanıklık eder; bu tarihe bir arşiv bırakmak yerine bir dönemi anlatırsa doğru olur. Lütfiye Aydın’ın “Deha’nın Sesi. Tamburi Cemil Bey” isimli çok beğendiğim bir romanı var. O dönemi okura yaşatmak için yazarın 3-4 sene çalıştığını, olayın geçtiği yerlerin eski halini, çevreyi, o dönemin musiki ortamını araştırdığını biliyorum. Okurken yaşıyorsunuz, kanımca edebiyatçının yapacağı budur. Yazar “Aklıyla duygularını yazan kişidir.”

“Yol Bir” isimli öykünüzde bir sağalma sürecini yazıyorsunuz. Bu süreçte yaşananları birinci ağızdan anlatıyorsunuz. Yaşanan zorluklara rağmen umut verici bir öykü. Bu umut verici dili tercih etmenizin nedenini açıklar mısınız?

Kanser tanısı konan bir hastanın tetkikinde yayılmanın olmaması (metastaz) ve insanın buna sevinmesi çelişkili ilginç bir duygudur. Giderek yaygınlaşan kanser tedavisinde gelişme olsa da yaşamın sonuna kadar sizinle beraber bu tanı. Oradan golü yemişsiniz ama metastaz yoksa henüz elenmemişsiniz. Yaşayacaksınız, ne kadar o belli değil.

“Yol Bir” derken, Alevi- Bektaşi kültüründe; erdemliliğe, kâmilliğe ulaşıp Hakk ile beraber olma yolu anlaşılır. Bu yol tektir ve ilim yoludur. Bu ulu yolda Hakk’a giden “bin bir sürek” vardır. Yani yanınızda size destek olacak pek çok olay ve kişi vardır. Şaha kalkmış bir atın üzerinde olup o esriklikle ölüme gitmeye razı olmayı, kendime güvenin ve doğru yolu bulup iyileşeceğimin rüyası olarak yorumladım. Umut; bize bağlı olmadan tüm canlıların beden ve beyinlerinde doğuştan vardır. Yaşamak, türü devam ettirmek için. Hekimlik hayatımdan kalan bir alışkanlık olarak da insanlara umut vermeyi en azından onlara ömür biçmekten daha çok tercih ettim. 11 yıldır tek akciğerle yaşıyor olmam da haklı olduğumun kanıtıdır sanırım. Özel olarak ilgilendim; yabancı yazarlar dahil öykülerin pek çoğu olumsuz, insanda bir yürek acısı bırakarak sonlanıyor. İyi öyküler böyle mi yazılır? Bilmiyorum. Ben sonu, gelecek için umut dolu ya da çocukluğumuzdaki gibi mutlu son filmleri severim. Şimdi de mutlu son öyküleri seviyorum, yazabildiğim kadar (Kötülüğü anlatan edebiyat ayrı, kötücül edebiyat , Dostoyevski örneği, ayrıdır).

“Kayıp” isimli öykünüz de aynı acı gerçeklerle karşı karşıya bırakıyor okuyanı. Derin bir empati görüyoruz burada. Bu öyküde kayıpları anlatırken duygusal bağlamda hem askerle hem de askerin nişanlısı ile bağ kurmayı nasıl sağladınız? Bu konuda okuyucularımızı aydınlatabilir misiniz?

Pek çok yaralı askerin yattığı bir koğuşta ziyaret saatiydi. Koridordan kapıya yakın bir erin başında yaşlı bir hanım bir de genç kız gördüm. Erin ayağı kopuk olduğu için ailenin teselliye gereksinimi olduğunu düşünerek yanlarına gittim. Biraz sohbet, biraz teselli ettim. Sonra yaralı erle birkaç kez olay hakkında konuştum. Zaten yaralı gelen her askerin arkasında bu öyküye benzer nice acılı gerçekler vardı ve biz her ameliyat ettiğimiz hastadan bunları dinliyorduk. Kendi kasabamı düşündüm, topal bir asker olarak dönsem kim, ne kadar itibar ederdi bana. Bu duyguyu yaşamak için kasabamdaki insanların gerçek adını kullandım. Gazi, zamanla eski itibarını yitirecek, iş bulamayacak ailesine de yük olacaktı. Askere bir umut, yaşama tutunacak bir dal uzatmak zorunda hissettim kendimi, ülkesi uğruna bir uzvunu yitiren gazi ortada bırakılmamalıydı. Gerisi bu hasta için kolay bir kurguydu. Sevgi her şeyin ilacı diye düşündüm.

“Parona” isimli öykünüzde pandemi sürecinde yaşananları mizahi bir dille anlatıyorsunuz. “Sır” isimli öykünüzdeki bir cümleden ise bu süreçte hastaların nasıl etkilendiğini, ameliyatları iptal edilmesiyle umutların ertelendiğini okuyoruz. Pandemi süreci sizi ve yazdıklarınızı nasıl etkiledi? Üretkenliğinizde olumlu ya da olumsuz etkileri oldu mu?

Corona’nın paranoya düzeyine ulaştığı günlerdi. Bu nedenle iki sözcüğü birleştirdim. Bu dönem gerçekten özellikle hassas insanlarda kaygı çok üst düzeydeydi. Ve ölümler çok oluyordu. Bir ailede çok basit bir kuşkuyla bile insanın aklına ne felaketler gelebileceğini yazmaya çalıştım. Sanırım bu yaygın bir duyguydu. En ufak bir belirtide “Eyvah ben korona oldum” kaygısı test sonucunu görene kadar bayağı yıpratıcıydı.

“Sır”da çocuğun bu dönemde ameliyatının ertelenmesi tıbben uygundu. Burada vurgulanmak istenen babanın kaderci yaklaşımına annenin isyancı tavrı.

Asıl soru da kızın dedesine sorduğu soru: “Dede insanlar olmasa Allah’ın canı sıkılır mı?” Yanıt Ene’l Hakk’a kadar gider…

Yazım diliniz çok akıcı ve satırlar arasından pek çok kelime öğreniyor okuyucu. Eskiye ait sözcükler olduğu kadar yeni veya yöresel sözcüklere de rastlıyoruz. “Zungla Şekeri”ni ilk sizin öykünüzde okuyor ve öğreniyorum. Özellikle yöresel sözcükleri bunları yaşatmak amacıyla mı yazdınız?

Yanıtım evet. Kapadokya yöresi ya da Hacıbektaş İlçesinde kimi yerel sözcüklerin giderek kaybolduğunu görüyorum. Bu belki her yöremiz için geçerli. Bir Karadeniz fıkrasını İstanbul lehçesiyle anlatırsanız tadı Karadenizlininki kadar güzel olmaz. Ayrıca o yöreye özgü deyimler ve hala kullanılan sözcükleri içeren 4 yıldır üzerinde çalıştığım bir araştırmam da var. Memlekete gidince çarşı Pazar gezerim, kulağıma gelen yadırgı sözcükleri not alır listeme eklerim. Bu bazen öykülerde kimi okurlar tarafından anlaşılmayabiliyor. Örneğin ayran özemek, dalın duldasında oturmak, suyu kirpeden kesmek vb. gibi. Ben her öykümde bu kaybolmasına gönül indirmeyeceğim sözcükleri okurla paylaşmayı keyifli buluyorum. Yazar için kendine özgülük ve özgürlük olarak yorumluyorum.

Öyküleriniz sinematografik bir dille anlatılmış dönem öyküleri aslında. Öykülerinizin satırları arasından belli bir süreçte yaşanılanlar okunuyor. Toplumsal sorunlar, kırsala ait sorunlar ve duygusal çatışmalar da yer alıyor insana dair. Bu öykülerinizi senaryolaştırmayı düşünüyor musunuz?

Bazı yazar arkadaşlarda aynı düşüncedeydi. Paylaştık, ama benim bu konuda deneyimimin olmaması, ben yaparım diyen birisinin de çıkmaması şimdilik konuyu “Eski radyolar gibi çatıya saklanmış aşk” deyip zamana bıraktım.

Kâğıt kalemle mi, yoksa klavye ile mi yazmayı tercih ediyorsunuz. Nedenini okuyucularımıza anlatabilir misiniz?

Nedeni basit: Benim reçetelerimi alan her eczacı telefon ederdi, “Hocam ne yazdınız?” Kalemle, okuduğum kitapların özetini yazardım bir zamanlar şimdi o da güç geliyor.  Yanımda taşıdığım ufak defterime notlar alırken özene bezene kurşun kalemle yazarım ki okuyabileyim. Bilgisayar büyük kolaylık ama o yazdığın sayfayı yırtıp çöp kutusuna atma lüksü yok. Ne kadar yazdığınızı, yaptığınız noktalama hatalarını, paragrafları hemen görüp düzeltme şansı da var. Saklaması daha kolay, diyaloglar daha anlaşılır gibi yararları da var.

Yazmak için belli bir ritüeliniz var mı? Masanın başına oturarak işe gitmeden önce sessiz sakin saatlerde yazmak gibi ya da kalabalık ortamları tercih etmek gibi?

Hayır. Zaten o kadar çok yazan birisi değilim. Ama notlar alırım her yazar gibi. Onları zaman zaman gözden geçirir nasıl öyküye dönüştüreceğimi planlarım. Ray Bradbury, “Oturdum bir öğle sonu öykümü yazdım gönderdim” (Yazın Sanatı ve Yaratıcı Yazarlık), diyebiliyor. Benim için mümkün olmayan bir yöntem. Birkaç yıldır yazmak isteyip bir türlü başlayamadığım deneme ve öykülerim hala beklemekte. Sakin bir ortam bir de önemsediğim, moral bakımından insanın iyi olması gerek diye düşünüyorum. Mahpus damında da insanın morali iyi olup güzel yazabilir. Kalabalık, gürültülü ortamlarda bırakın yazmayı düşünmem bile zor. Öykü yazıyorum diyen birisi için beş duyunun her zaman açık olması kurgulanan öykü için malzeme toplamaya yardım eder. Bir ara her sabah 200 sözcük içeren herhangi bir durum ya da olay öyküsü yazmaya çalıştım. Bir süre sonra bu alışkanlık olup sayfalar arttı ve beğendiğim öykü tohumları yeşerdi. Sabahın böyle erken bir saatinde kalkıp sizi mutlu edebilecek satırları ekrana geçirmek gibi bir yararını görüyorum.

Öykülerinizde satırlar arasında yazarlardan göndermeler, güzel sözler, şiirler yer alıyor. Bu şekilde okuyucularınıza okuma listesi referansı verdiğinizi düşünebilir miyiz?

Öyle bir amacım olmadı. Yazarken hani derler ya “denk düştü” denebilir. Ne ki ironi ya da mizah, kullanmayı çok sevdiğim yöntemlerdir. Bunu düşünerek değil huyum gereği en dramatik bir olayı anlatırken (kanser olmuşum, dostlar teselliye geliyor, yeğenlerden biri “Ağabey bende de fıtık çıktı. Bir arkadaşına yönlendirsene.”) aklıma pek çok espri geliyor. 

Güzel sözler ve şiirler her türlü yazınsal edebiyata renk ve tat katar. “Dereler” isimli denemelerimde bunu çokça yaptım. Her adımda derelerle ilgili bir türkü ya da şiir bulabiliyorsunuz.

Okuma listelerinden ben pek hoşlanmıyorum. Okur neyi okuyacağını bulur diye düşünürüm. Kimi yazarlar yaşamlarında önemli ürünler sunarlar. Pek bilinmezler. Wolfgang Borchert’ın “Ama Fareler Uyurlar Geceleri” ve Dino Buzzati’nin “Tanrıyı Gören Köpek” sevdiğim iki kitap.

Hem doktor hem yazar olmanız yazılarınızı nasıl etkiliyor? Bunun yazma alanındaki etkinliğinizi arttırdığını düşünüyor musunuz?

Düşünüyorum. Bir de plastik cerrah olarak kozmetik ameliyatı insanların niye olmak istediğini kendi kendinize sorgularsanız, olayın sadece bir estetik ameliyatın dışında bir şey olduğunu görüyorsunuz. Bana kızının ameliyatından yıllar sonra telefon eden bir anne: “Hocam, kızım ameliyattan çok memnun ama hala evlenemedi, ne yapalım?” diye sormuştu. Ben kendimi hep bu konuda eli bıçaklı psikolog gibi gördüm.

Bir ikinci yanı hekim olmanın diğer mesleklerden farklı olarak hem kişinin yaşamını hem de ailesiyle ilişkilerini gözlemleyebiliyorsunuz. Öykülerimin bir kısmı GATA da yaşadıklarım, bir kısmı Van’daki hekimliğim bazıları da özel hastanede şahit olduğu “tam romanı yazılacak olay” denilen cinstendi.

Ayrıca hastaların yazdığı mektuplar öyküleştirsem bir kitap olur. Bunlar henüz bekliyor. Yazmak için hekim olmanın avantaj olabileceğini düşünüyorum.

Dr. İhsan Ünlüer bugün gençler tarafından tanınmayan bir kadın- doğum uzmanı ve yazardır. Aynı zamanda opera sanatçısı. Bana yazma konusunda çok etkisi olmuştur. “Oku Oku Budur Sonu” bildiğim tek kitabı. Düz yazı yazar araya şiirlerini katardı:

Bir lokma bir hırka

Sana yeter Memet

Senin yerin bu dünya değil

Cennet.

Şu anda üzerinde çalışmakta olduğunuz yeni bir şiir, öykü, roman, deneme dosyası gibi bir projeniz var mı? Varsa okuyucularımıza bu konuda ipucu verir misiniz?

Öykü ve deneme şimdilerde becerebildiğimi sandığım tür. Deneme birkaç tane blogumda var. Bu günlerde kemo (kemoterapi) üzerine yazıyorum. Biraz ti ye alarak. Kemocuların kıyaslanması, nerde iyi kemo yapılıyor, kemo sırasındaki dedikodular, akıllı kemo, aptal kemo vb. 

Şapka tipine karşı insanların bunları giyen kişilere tıpkı giysilerdeki gibi nasıl farklı davrandıklarını – yurt dışı dahil- gözlemleyip bir deneme yazıyorum.

Bir öyküm -işte tam benim özgünlük kokan öyküm- Ağustos ortasında Edebiyat Haber’de yayımlanacak, birkaç tane başlayıp bitiremediklerim var sıra onlarda.

Sorularımı yanıtladığınız için çok teşekkür ediyorum Naki Hocam. Yeni kitaplarınızla yeni söyleşiler dileğiyle.

Çok teşekkür ederim. Değerli bir hekim, okur ve yazar olarak sizinle edebiyat, öykü konuşmak pek güzeldi.

edebiyathaber.net (3 Ağustos 2023)

Yorum yapın