‘‘Açılmış sarmaşık gülleri kokularıyla baygın
En görkemli saatinde yıldız alacasının
Gizli bir yılan gibi yuvalanmış içimde kader
Uzak bir telefonda ağlayan yağmurlu genç kadın’’
Attilâ İlhan
Şairin günün en güzel saatleri bunlar dediği an bu an olabilirdi. Birazdan gökyüzü, gün batımının güzel bir aşka inanan enfes ruhuna bulanacaktı. Bir aşka inanmanın nasıl bir hakikatle doğduğunu kadim aşklardan ilham almış gibi sunacaktı kendini yeryüzüne. Göz göze geldi gökyüzüyle Sevda. Akşamlı gökle birlikteydi. Gün batımıyla uyuyup gün doğumuyla uyanan, gece gündüz bulutlarla şiir söyleyen bu bengi deryayla bakışıyordu. Önündeki sehpada günlerdir duran paketten bir sigara çekiyor, sigarasını usulca ağzına iliştiriyor, kibriti çakıyor, sigarasını yakıyor, derin bir nefesle nikotini çekiyor; pastel renklerin göğün mavisiyle beraber dalgalandığı, ufukta dalga dalga genişlediği göğe doğru dumanı yavaş yavaş üflüyordu. Günün en güzel saatleri olabilir miydi sahi bu an. Gözünün önünde beliren, izlememesi için hiçbir neden teşkil etmeyen, kendini cesurca sunan bu ranayı içine çeke çeke seyrediyordu Sevda. Kısa bir zaman sonra bütün bu hoşlukların, gözlerinin değemeyeceği uzaklığa gideceğini, yakaladığı bu benzersiz, bu lirik anın bir anda kaybolacağını düşünmeksizin, tatlı hislerle, sakince ve kıpırdamadan balkondaki sandalyede oturuyordu.
Sevda, iş güç aralarında, günün bütün uğraşısından, zihninin karmaşasından uzaklaşmak istediğinde, kaçamak yapıp elinden tutacağı mucize bir anın tadını çıkaracağı küçük mutlulukların ardına düşüyordu. Şu anda andan, hazandan, akşamdan keyif almak ne mucizevi ne nadide bir şeydi onun için. İşte o zaman sonbahar vurgunu gökle buluşan bakışlarına bir anlam, bir mana, bir unutuş, parça parça kopup geliyordu yükseklerden. Aklının ermediği, habersizce bir şeyleri bekleyip durduğu, uyuyup uyanıp ömür tükettiği bir sürü giz parçası düşüyordu gözlerinin önüne. Asmadaki olgun, sulu, tatlı salkımlardan düşer gibi. Tane tane çevresine dağılıyor, sesleri duyuluyor, kibarca gülümsüyordu gizler. Sonra birbirlerine çarpmadan kendiliğinden yok oluyordu. Ya birbirlerine çarpsalardı! O zamanki halleri nasıl olurdu.
Giz, elle tutulan gözle görünen bir şey olsaydı. Yıldız tozu olup dağılıp gitmeden önce etrafta uçan bir kelebeğe bir böceğe bir periye benzeseydi. Kanatsız, şekilsiz, renksiz, kıvrımlı bir çakıl taşı gibi olsaydı mesela, adı giz olan herhangi bir nesneye dönüşseydi. Dönüşür müydü ki bu sözcük başka bir şeye. O zaman ne kalırdı evrende gizden geriye. Alımlı şiirlere, güftelere sözcükleri uğratan da gizdeki ilham değil miydi?
Gün batımının renkleri koyulaşıyor, semada kayboluyor, birbirine karışıyor iç içe geçiyordu. Sevda aklındaki duygular nehrinde gezinen mahmur dalgınlığını kül tablosunda unuttuğu sigarasıyla hatırladı. Bürümcük kumaşı gibi ipeksi, ipekli kıvrım kıvrım bir ufkun uğuruna akmış, bordonun pembenin turuncunun mavinin birbirine karışmışlığına o da karışmış, vücudu teni hisleri ürpermiş, kendinden geçmiş, dalmış gitmiş, sehpada unuttuğu sigarada ilk dokunuşu kalmıştı. Çok değil, haftada birkaç kere içtiği sigaranın hükümsüzlüğü küllükte unutuşundan belliydi. Sigara içmek istediğinde paketten bir tanesini acelece çıkartıp kibritiyle tutuşturuyor, birkaç kez nefesine çekince duruluyor, küllüğe bıraktığı sigaranın kendiliğinden tütüp yittiğinin farkında olmuyordu. Gözden gönülden bırakılan, kendi kendine olup biten, unutulan kimseler ne kadarıyla vardılar başkalarının gönlünde. Bir izmaritin bu denli derinlikte düşündüreceği daha neler olabilirdi. Daha neler olacağını bilmek mi gerekirdi?
Akşamın alacası geceye vuruyor, günün gitmeye meyleden aydınlığı vedaya hazırlanıyordu. Sevda sandalyeden kalkıp, balkonun girişinde, duvarın önünde duran çöp kovasına küllükteki külü savurarak döktü. Kül tablasını yıkamaya mutfağa gitti. Çeşmeyi açıp suyla duruladığı kabı eliyle iyice temizleyip bulaşık kabına kapattı. Gün ışığı gün boyunca yaydığı bütün sonbahar renklerini de giderken yanında götürüyordu. Etrafta kalmayan giz gizeme döndü. Gizem beklenmeden oluşuveren her şeydeydi. Bu rüzgâr da olabilirdi aniden esip geçen. Kendini açık seçik doğada karşılayan, buğulu olgunluğunu sonbahardan alan gizemden başkası değildi.
Odaların ışığını ortalık karardı diye hemen yakmazdı Sevda. Dışardaki serin, suskun, melodik havanın, özgürlüğü çağrıştıran arı duru siyahi cesur renginin, pencerelerden şeffafça odalara süzüldüğünü görmek hoşuna gidiyordu. Parça parça nihan dağılırdı her yere hem. Canı isteyen ve arzulanan her şey bir sır parçası olabilirdi tılsımlı bir anda. Nedensizce bir şeyin izini sürüyormuş gibi evinde geziniyordu Sevda da. Balkondan salona, salondan koridora sonra banyoya, banyodan yatak odasına, bir daha mutfağa, sokakları turluyor gibi gezdi dolaştı. Mutfağa geldiğinde ışığı yakmadan önce pencerenin önünde durdu, tülü hafiften aralayıp öylesine sokağa bakındı. Sağa sola bakınırken karşı kaldırımda hareketsizce duran birilerini gördü. Önce onları önemsemedi. Ama neden sonra izlemekten kendini alıkoyamadı. Tülden elini çekip ışığı yakmaya yöneldiyse de durduk yerde meraklandı, içindeki ses tekrar pencereye gitmesini söylüyordu. Işığı açmadan, tülü bir kere daha araladı. Bu defa daha dikkatli olmalıydı, daha küçük bir aralıktan izlemeliydi onları. Biri erkek, diğeri kadın, otuzlu yaşlarda iki kişi karşıdaki sokağın kenarında duruyor, kederlice birbirlerine bakıyor, sonra gözlerini birbirlerinden kaçırıp başlarını hafifçe önlerine eğiyor, tekrar göz göze geldiklerinde bir şey diyecekken diyemeyip, yutkunmakta zorlanıyor gibi görünen ilginç görüntüleriyle halden hale giriyorlardı. Onlara baktıkça sessizliğin ağladığını duyuyordu Sevda. Sadeliğe, suskunluğa, kendilerinden başka hiçbir şeyi aldırmayışlarına şaşırıyor, nefesi camı buğulandırıyor, dikkatini onlardan çekemiyordu. Kalbi ılık ılık atıyordu. Niye hiç konuşmuyorlardı, neden susuyorlardı. Bu uzun uzun susmaları belki de bu anlara ait sözcüklerin olmayışındandı. Büyük ihtimalle söyleyecekleri sözler dillerine takılı kalmış, boğazlarında yumru olmuştu. Yasakmışçasına, mahzendeymişçesine, çaresizce bir bekleyişin içindeydiler. Göz göze geldiklerinde, yan bahçedeki iğde ağacının sararan yaprakları adeta onları beklemiş gibi saçlarına dökülüyor, kuruyan çiçekler ufalandıkça sim sim etrafa saçılıyordu.
Ellerini sımsıkı tutup birbirlerine sarıldılar. Yine konuşmadan. Yine doğru dürüst soluk almadan, yine ayrılmadan. Ayrılamadan. Ne kadar parça nihanın üzerlerine yağdığı bilinmeyen bu anlar. Şu kısacık zamanlı değerli dakikalar…
Ve zaman. Upuzun anlara uzanıyordu ruhlarından geçip gidemezken.
Kadın öyle güzeldi ki.
Adam öyle yakışıklıydı ki.
İkisi de dupduruydu, taptaze bahar çiçeklerindeki o saf, o yalın, mahur güzelliğin simgesi olabilirlerdi. Anlaşılıyordu, apaçık belliydi bazı şeyler. Kadın üzgün ve perişandı. İnce, zarif omzuna dökülen uzun sarı saçlarını, elinin zarif dokunuşuyla, başının soluna doğru atıp, adamın ince uzun boynuna masum bir kuğu gibi sokuldu. Sonra sevdiğinin omzuna başını dayayıp kendini ona bıraktı. Islaktı yanakları, ağlıyordu.
Ah çekilesi nasıl kiler sarmaladı dört duvarını Leyla’nın.
Adam kadından epey uzundu, omzuna yaslanan kızı göğsüne doğru çekti, sımsıkı sarıldı, içine katarcasına bedenine sardı. Konuşmadan daha ne kadar kalacaklardı böyle. Saatlerce böyle dursalar besbelli gocunmayacaklardı. Çevrelerinde onlardan başka hiçbir canlı yokmuşçasına yalnızdılar.
Sokak donuktu.
Ağaçlar, insanlar, hayvanlar adeta yoktu, ki onlar dahi yoktu, dünya yoktu.
Kendilerini görünmez saydılar, kimse onları göremez sandılar.
Cümlesiz, kıpırtısız, mevsimsiz ve zamansız; üşümeksizin uzun uzun sarıldılar. Kadın durmadan ağlıyor, adam üzülüyor, üzüldükçe de kadın yeniden boynuna sarılıyor, yorulmaksızın vazgeçmeksizin ağlıyordu. Hava karardıkça kararıyor onlarsa hâlâ durgun ve ıssız bir gölün yüzeyinde dönüp duran daireler gibi gölge gölge birbirlerine halkalanıyordu. Bir kedi yiyecek bir şeyler arıyorken gözlerini sonuna dek açmış kararlıca yürüyor, yanlarından geçip gidiyordu. Sararan birkaç yaprak daha düşüyordu güze özgü başka başka ağaçlardan. Birbirine kenetlenmiş mermerden bir çiftin heykeline bağırıp çağırıyordu Avrupa’daki bir sokak serserisi. Bir türlü soğumak bilmiyordu buzlar ülkesi.
Kıpırdamayı bilmeyen anlamlı bir taş yontusunda, kaldığı yerden aşkı savunmaya cüret eden mitolojik bir tanrıça gibi, çağlar boyunca hareketsizce duracaklar. Belki de zamansızca bu anda kalacaklardı. Nereye gitseler ne yapsalar birbirlerine kenetlendiklerini, hep böyle bütünleştiklerini hissedeceklerdi. Belki de bu andan başka sihirli bir an olmayacaktı hayatlarında. Ömürleri bu anın sonsuzluğunu hatırlatan hatırayla bitecekti. Sevda’nın gözlerinin önünde yaşanan, bir türlü bitemeyen bu efsane görüntü, onu duygudan duyguya geçiriyor, oldukça mahcup ediyor, ancak yine de bu olanlara tanık olmak olgunlaşan yorgun ruhunu süpürüyordu.
Yıllardır unuttuğu, kendiliğine bıraktığı, hatta umutsuzca vazgeçtiği bu özel duygunun ne denli değerli olduğunu onları izlerken anımsıyordu. Şimdiyse onun da gözleri ıslanıyordu, aşk bu sevgililerin kalbinde koşa koşa gelmişti unuttuklarının aralığından. Birden iliklerine değin hatırlıyor, ürperiyor, ama bir taraftan da aşkın değişmeyen o acıtıcı burukluğunu yeniden anlıyordu Sevda. Hırsını kolay kolay durultamayan bitirim aşkla gençlerin dizi dibinde bir daha çarpışıyordu.
Kendinden başka birisi de onları fark etmiş miydi acaba? Kaç dakikadır yaşadıkları sancıyı ondan başka gören var mıydı? Etrafa bakındı, evleri iyice kolaçan etti. Tam da akşam yemeği saatleriydi. Bahçelerdeki henüz solmayan güllerin dahi hisleri canlanıyordu. Olağanüstü bir akşam oluyor, nedensizce akşam da bir türlü akşamdan gidemiyor, o da ağacın altında, sokağın kuytusunda varlığını unutmuşçasına öylece duruyor duruyordu. Bu mükemmel çift aşklarını tüm zarafetiyle yaşıyor, kendiliğinden duran durağan bir anın dakikalarını yüceltip, büyülüyorlardı. Herkes çoktu etrafta, birileri de vardı sağda solda, başka sokaklarda. Yalnızca onlar yoktu, onlar hiçbir yerdeydi, görünen oydu ki kaybolmak istemişler kendilerini de unutmuşlardı.
Üzüntünün eşsiz nahif eseriydi hüzün, bir hamleyle bitemezdi ancak o üzücü anın zamanıydı, ayrılmayı denediler. Hiç konuşmadan. Yine sözcükleri unutarak, dudaklarını unutarak. Birbirlerine baktılar yine. Birinin sesini, sanki veda edelim dediğini duyar gibi oldu Sevda. Öyle olmadığı halde… Karanlıkta ikisinin de dudağının kıpırdadığını görmedi. Hiçbir söz demeseler de diyor gibiydi ikisinin de nemli gözleri, ardına dönüp yürüdü kadın. Adam olduğu yerde sevdiğinin ardından bakıyordu. Gidemedi kadın, bir daha geriye dönüp, hızlıca sevdiğine koştu. Tekrar sarıldılar sımsıkı.
Tekrar, tekrar, tekrar… Perişan sözcüğü dahi perişandı… Adam kadının saçlarını kokladı, gözlerini öptü, yüzünü yüzüne değirdi, alnını alnına. Sonra dudaklarını okşadı kadının, sonra bir daha kendi canıymışçasına sarıldı.
Hava karardı. Hava epeydir karanlıktı.
Hava hiç olmadığı kadar siyahtı.
Bulutlar dağıldı. Bulutlar epeydir dağınıktı.
Bulutlar dağılmakla kalmadı. Bulutlar…
Gökyüzü lacivert kostümünü giyindi. Onlar büsbütün ağardı. Anlaşılan birbirlerinden vazgeçemeyeceklerdi. Üzerlerine bembeyaz mis kokulu sümbüller yağıyordu alenen. Sevda, bu karaltının ve aydınlığın olabildiğince berisinde kalıyorsa da o da çok etkileniyor, bir sır perdesinin ardında kalbini tutup tutup ağlıyordu.
Bu sevgililer bir türlü ayrılamıyordu. Bir şey vardı aralarında. Belki büyük bir sorundu, belki imkânsız bir şeydi bu. Belkilerin bitmediği. Bitmeyeceklerin kesin olduğu… Orada, nihayet kendilerine benzeyen suskun bir kaldırımda, bahçe duvarının gözü önünde, iğde ağacının görmezden gelişinde, yanlarından geçip gidenlerin habersizliğinde, tabii olmayan bir ahrazda; çiçeklerle süslenen, filmmişçesine derlenen, suskunluğun hazzındaki bu derin aşkın üçüncü tanığı niye Sevda olmuştu şimdi.
Aşkı, susarak ağlayarak ayrılamayarak, öperek koklayarak sarılarak, kalp kalbe birbirine yaşatan kaç kişi kalmıştı. Gün batımının bu akşamki armağanı olsa gerekti. Gözlerine inanamadı Sevda, gördüklerine inanamadı. Uzun zamandır hakkıyla, layıkıyla yaşanabileceğine inanmadığı aşka, kırk dakikadır iliklerine değin şahit oluyordu. İki hassas ruhla çoğalan ıssız elemler un ufak oluyordu tam karşısında. Tenini sızısıyla ürperten bir film karesinden farksızdı gördükleri. Bunca severken, bunca sessizce, bunca öylece üzülmeye bıkmazken, neylerdi ki bunca birbirlerini bırakamayışları.
Pervaneyle Şem gibi, birbiri için yanmaya erimeye duran, vazgeçmek de istemeyen, sevgiyi dert edinen, aşka dair fırtınalardan kaçmadan, cesurca, alevler içinde kalabilecek kaçıncı sevdalı olacaktı onlar.
Şairin dediği, ayrılıklar da sevdaya dâhil dizesi onlaraydı bilhassa.
Sevda gözyaşlarıyla pencerenin önünden usulca çekildi.
Az önce serbest bıraktığı tül, camın soluk alan buğulu çıplaklığını örtüyor, pencerede durgun deniz dalgaları gibi dalgalanıyordu. Salınan tülün ardında boşlukta kalıveren sokak; gözyaşlarının, ürperişlerin, bitemeyişlerin durağından kederlice bakınıyordu, diline dolanan o sevdalı şarkıyla.
Sevda sevda unut onu gitsin fırtına…
edebiyathaber.net (19 Ağustos 2023)