1./ Niçin Yazıyorum?
Sıklıkla olmasa da, arada bir kendime sorduğumdur.
Yazdığım için varım, gibisinden kestirme bir yanıt aradığım da yok. Yaşadığım için yazıyorum gibi aşınmış bir şey de söyleyecek değilim.
Peki nedir beni yazmaya yönelten?
Okuduğum için yazdığım kesin. Yazmak bir keşif, öğrenme yolculuğu üstelik. Beni tanımlar mı? Bir yere kadar. Bununla bir kimlik edindiğimi söyleyemem. Ama bana iyi geldiği kesin.
Son iki günde başlayıp sürdürdüğüm üç yazımı tamamladım:
- “Cumhuriyet Dönemi Yazınında Deneme”
- “İnsana, İnsanlık Hallerine Dair Öyküler”
- “Okumak, Yazmak Üzerine Aforizmalar” (VIII)
Tomris Uyar üzerine yazdığım denemeyi de demlene demlene yazıyorum, “Göç Bizi Nerede Karşılar” gazete yazısını iki kitabın (“Göçmek Ne Garip Şey Anne!”, Filiz Yavuz; “Bu Ülkeden Gitmek”, Gözde Kazaz-H. İlksen Mavituna) paralel okuması sırasında yazmaya başladım. Tomris Uyar üzerine yazdığım, adeta bir yolculuk gibi, hiç bitmesini istemediğim denememe her gün dönmek, ona dair okumalarımla hatırlamalarımı bir arada anarak yazmak yaşamak duygusuna eş benim için.
2./ Peki, Neden Okuyorum?
Düz, sıradan, sığ şeyleri okumayı sevmiyorum. Düşündüren, yeni kapılar açan, hatta beni zorlayan okumalara gidiyorum sürekli. Bir de ilgi duyduğum konuları ele alan özgün yapıtlara, yazarlarına…
Evet, seçicilik belirleyicidir okuma yolculuğumda.
Tim Parks (“Ben Buradan Okuyorum: Kitapların Değişen Dünyası”) ile Halil İnalcık’ı (“Millî Mücadele Tarihi: 1908-1923) bir arada okuyorum dersem, sanırım nedediğim anlaşılır.
Okuduğum kitap beni kendinde tutmalı, okuma defterime yeni şeyler yazmaya yöneltmeli.
Verili, verimli okumadan anladığımdır bu.
Yazdıkça çoğalıyorum desem eksik kalır, çünkü bunu sağlayan kesinkes okumalarımdır.
Beni kıyıda bekleyen okumalara zaman zaman dönmek isterim. İlkten zorlayıcı gelseler de; mutlaka ne söyledikleri üzerine yazmak istediğim içindir bekletmem.
Şimdi, adını anmasam da; ilkgençlik yıllarımda romanlarını ardı ardına soluksuz okuduğum romancımız üzerine yeni bir yazı yazmak istedim. Onun sosyolojik bakışını, tarih anlayışını değerlendirmekti düşüncem. Neden beklettiğime gelince, anlatımını yetersiz bulmam! Bir tür gevezelik ve akıldanelik… Külhanbeyi edasıyla söylev çekmesi… Bana çok basmakalıp gelse de, ona dair yazmayı seçmem tarihi olanı tarihselleştirerek kurmacaya dönüştürmenin ne/nasıl olabileceğini tartışmaktı aslında.
Okurluğunuz sizi bir yerde tutmaz, zamanla burada öylesine yol alırsınız ki; hiçbir zaman başladığınız yerde değilsinizdir. Okur da değişir, ama eğer sürekliliği varsa…
3./ Ödül Erozyonu
Gün geçmiyor ki yeni bir edebiyat ödülü haberiyle karşılaşmayalım. Ödülü katılım sayılarına bakınca, o türdeki kitapların satışı/okunması arasında yaman bir çelişkinin olduğunu gözlersiniz. Okumayan, ama yazmaya çalışan bir toplum!
Şunca ödül almış, seçici kurullarda bulunmuş birinin ödüller hakkında yazması size tuhaf gelecek biliyorum!
Ödülün gerekliliğine inansam da, geçen süre içinde yaşanan ödül erozyonu ödüllerin anlamını neredeyse ortadan kaldırdı. Hele hele işin içine “belediye”, “yazar ailesi”, “dergi”, “eş-dost” girince iş iyice tavsadı.
Kime, kimin için, neye göre veriliyordu ödüller? Ödülü düzenleyen özel veya tüzel kişiler bu “hakkı” neye göre kendilerinde görüyorlardı?
Hadi, bir ödül de biz verelim.
Neredeyse “edebiyat oskarı/nobeli” diye de sunacaklar…
“Adını yaşatmak için!”
Kitabını okumaz, yazarını pek bilmez, ama adına verilen ödüle katılıp ödül kazanmayı bekler. Bu da madalyonun öte yüzü.
Seçici kurullardan adım adım ayrılma nedenim biraz da bu yüzden.
4./ Pazarlama Aracına Dönüşen Yazar
Türkiye Yayıncılar Birliği’nin bir dönem danışmanlığını yaparken, o günlerdeki başkanı Aygören Dirim’le yayıncılığının neden henüz sektörleşemediğini enine boyuna tartıştığımız olmuştur.
“Yayın Dünyası” dergisini çıkarmamız da biraz bu yüzdendi. Öncelikle yayıncılığın sorunlarını gündemleştirmek… Yayıncılar Birliği Kooperatifi de biraz bu amaçla kurulmuş, Haramidere Sanayi Sitesi’ndeki arazinin alınması için dönemin Maliye Bakanı Adnan Kahveci’yle, sonrasında ise Arsa Ofisi Genel Müdürlüğü’yle görüşmeler yapılmıştı. Yayıncının bir “işyeri”ne sahip olması onu sektörleştiremiyordu ne yazık ki!
Entelektüel sermayeden yoksun yayıncılığın çoksatarlık derdi, bir tür “parya yayıncı” türetti. Yazar ise, onun gözünde bir pazarlama aracına dönüştü.
Tanığıyımdır bunların.
Hasan Ali Toptaş’ın linç edilmesi sonrasında, onu kapı önüne koyan yayıncının bir “hülle” taktiğiyle yeniden çekip içeri alması, yazarın da buna (ne yazık ki dik durmayarak) “evet” demesi pürtelaş halimizi, omurgasızlığımızı anlatmaz mı?
Başka bir örnek de vermek isterim burada.
Kitapları gözde bir yayınevimizce yayımlanan bir yazarı, adeta “transfer” ederek, yeni romanını billboardlara taşıyıp yüz bin basan yayıncıya, “çok abartmışsın,” dediğimde, şu yanıtı almıştım:
“Olsun, yatırım yapıyorum, risk almadan olmaz; satmazsa eğer, kuyruğundan tuttuğum gibi kapı dışarı ederim!”
Podyuma çıkma, podyumdan inme, verilen ödül alınan ödül…
Yazarın böyle hırpalanmasına gene de gönlüm razı değil. Ama yazara da biraz dik durmak, omurga gerek.
edebiyathaber.net (29 Ağustos 2023)