Çoğu kez dergilerdeki biyografilerde karşılaştığımız küçük ayrıntılar yazarların garip halleri… Bu ayrıntılar, o yazar ve şairler ile kitap sayfalarında daha iyi iletişim kurabilmemize yardımcı olabiliyor.
Örneğin, Balzac’ın bir kahve tutkunu olduğunu biliyoruz. Ve Balzac okurken bir fincan kahveyi masamızda bulundurmak bizi hikâye kişisi ile sohbet ediyormuşuz hissine kaptırabiliyor, diyor. Bu derlemeyi yaparken, okuma saatlerimizi daha samimi bir hale getirmeyi amaç edindik. ‘Kitaplarla nasıl iletişim kurulabilir?’ sorusuna verilebilecek bir cevap peşinde olduk.
Listenin şüphesiz en garip ismi Balzac! Kahveye olan merakını, yaşamı boyunca 50 bin fincan kahve içmiş olduğunun tahmin edildiğini aktararak kanıtlayabiliriz. Balzac‘ın bir başka alışkanlığı ise, her gün mutlaka belirli miktarda yazı yazması… Misal, her gün için belli sayıda sayfa yazmaya karar veriyormuş ve o sayfaları bitirmeden kalkmıyormuş masadan. Hatta amaçladığı sayfa sayısına ulaşamadığında, o sayıya ulaşabilmek için, kalan sayfaları kopya ederek dolduruyormuş. İlginç!
Cahit Sıtkı, Ahmet Haşim ve hatta Reşat Nuri gibi, kendisinin çirkin olduğunu düşünerek içine kapanık bir yapıya bürünmüş. Böylelikle bir yalnızlık duygusu geliştirmiş ve bu duygu şiirlerine ve hayatına ölüm korkusu olarak yansımış. Karamsarlık ve hoşnutsuzluk bu yüzden şairin şiirlerinin karakteristiğidir.
On dokuzuncu yüzyıl İngiliz şairlerinden Percy Bysshe Shelley’in okuma tutkusu eşine az rastlanır cinsten… Günde on altı saat, hem de ayakta durarak okuduğu olurmuş Shelley’in. Vay be!
Schiller, masasında çürük elma bulundurmaktan hoşlanırmış. Bu elmayı aralıklarla koklamanın, onu çok daha farklı bir bağlama götürdüğünü, misal bir ormanda, yapraklar arasındaymış gibi hissettirdiğini düşünürmüş. Bazen banyoda su içinde yazmak gibi garip bir alışkanlığa da sahipmiş doğrusu.
Hüseyin Rahmi Gürpınar ise eldivenleri olmadan çıkmazmış sokağa. 50 yıl, dört mevsim eldivenle dolaşmış. Bunun nedeni ise, Gürpınar’ın hastalık korkusuymuş. Yazarın bir başka garip yönü de, tığ ile örgü örmekmiş. Avrupa‘dan örgü modelleri getiriyor ve ördüğü takkeleri evde giyiyormuş.
Bernard Shaw, evinin bahçesine yaptırdığı bir kulübede yazmış tüm eserlerini.
Alexandre Dumas, yeni elbiseler giyip, bir de yakasına bir çiçek taktıktan sonra başlarmış yazmaya. Romanını bitirmeden evden çıkmamak için ayakkabılarını ve çalışma odasının anahtarını hizmetçisine verirmiş.
Tevfik Fikret dört mevsim buzlu su içer ve sokağa şemsiyesiz çıkmazmış. Şemsiyeyi, göz göze gelmek, karşılaşmak istemediği kişilerden kaçmak için kullanırmış. Tolstoy‘u çok sevdiğinden, onun gömleklerine benzer gömlekler giyermiş. Eşi, “Arkadaşlarından hep sağ tarafında yürümelerini isterdi, sebebi sorulduğunda, kalbinin üzerini gösterip, ‘orada Nazime var’” diyor. (Böyle sevmek görülmemiştir!)
Görüldüğü gibi birçok yazarın, yazma eyleminde kendisini daha iyi hissetmesini sağlayan bu tür ayrıntılar, okur için oldukça garip durabiliyor. Bu listeyi, daha “rahat ve verimli” yazabilmek için eşlerinden boşanan ya da küçük bir kasabaya taşınan Paulo Coelho gibi yazarlarla uzatmak mümkün. Görüldüğü gibi, bazıları takıntı halini alan bu alışkanlıklar, yazarların eserlerini de oldukça etkilemiştir. Okumalarımızda, müelliflerin hayat hikâyeleri hakkında bilgi sahibi olarak masa başına oturmak, umarız daha iyi bir sonuç almamıza yardımcı olacak.
edebiyathaber.net (6 Termmuz 2021)