Kristeva’nın “Kara Güneş” kitabında Nerval’in El Dessıchado adlı şiiri çözümlenirken şöyle denir: “ ‘Kara Güneş’ zifiri karanlığın anlamsal alanını yineler, ama onu bir eldiven gibi tersine çevirir: Gölge, her şeye karşın kara görünmezliğiyle göz kamaştırıcı olarak kalan bir güneş aydınlığı halinde fışkırır.”
Sema Kaygusuz, Karaduygun’da “kara”nın anlamını bir eldiven gibi tersine çeviriyor. “Ebedi dulun dili”yle sarmalanmış karaduygunun kafasındaki seslerin birer sanrı değil, gerçekliğin ona has hissedişi olduğunu, bu hissedişin çokçası söylendiği gibi ölüme değil, ömre dönük olduğunu, karaduygu’nun “kara” halinin dünyanın güzel bir yer olmayışına tutulan yas halinden geldiğini ve bu kara algıdan “göz kamaştırıcı olarak kalan bir güneş aydınlığı” fışkırdığını anlatıyor.
Sema Kaygusuz’la kitap hakkında yazıştık.
Yazmak, dünyanın uğultusundan kurtulmak mı, uğultuyu dünyayla paylaşmak mı ?
Paylaşmak… daha doğru. Ama paylaşmak, göründüğü gibi pek kolay bir şey değil. Her şey herkesle paylaşılamaz. Sözgelimi merhameti seksen sekiz milyona pay edemiyoruz. Çünkü daha önce şiddet yerini kapmış, yayılmış, sıradanlaşmış. Merhamet ister istemez yabancı, ayrıksı bir şey haline gelmiş. Dolayısıyla dünyanın uğultusunu sadece onu işitenlere duyurabiliriz. Yani paydaş olanlar paylaşabilirler.
Sınıflamalar beraberinde sınırlamayı ve yanılgıyı getirse de kederli misiniz, hüzünlü mü?
Böyle sorular yüzünden, insan kendini fazladan önemsemek zorunda kalıyor. İzninizle kendimden değil de, düşüncelerimden söz edeyim, benim için daha kolaylık olur. Karaduygun’da geçtiği gibi insanları Hüzünlüler, Kederliler gibi derdest edip sınıflandıramayız. Zaten kitapta da okuru bu konuda uyardım. Bu ayırım, aşırıya kaçma pahasına yapılan bir spekülasyondur. Oradaki derdim, duyguların kitlesel tezahürünü ironik bir dille yansıtmaktı. Hüzün ve Keder başlı başına birer müessese olarak çıkabiliyor karşımıza. Hatta bunlar popüler kültür temaları olarak yüksek gelir bile getiriyor. O bölüm, duygu müesseselerinin insanı nasıl da yavanlaştırdığını, tipikleştirdiği dile getiriyor. Ama asla, bir insan ya hüzünlüdür ya da kederli, demek istemedim. Bunun iması bile saçma olurdu.
“Ben bir eziğim.” diyorsunuz. Herkesin iktidar olmaya çalıştığı şu dünyada kendi payınıza “eziklik”i ayırmanız “erk”e karşı koyuş mu?
Bilmem… biraz durum tespiti de diyebiliriz. Ya da bir tür orta sınıf ezikliği, diyelim. Ne iktidarda gözün vardır, ne de başkasına hükmetme arzun. Gün gelir, egemenle ezilen arasında kalır, iki tarafın şiddetine aynı anda maruz kalabilirsin. Bu tür bir eziklikten söz ediyorum.
Dünyayla “safra”sı aracılığıyla bağ kurmak, melankolik olmak, çokçası yargılanan bir ruh hali. Ölüme yakın durdukları söyleniyor, ama dertleri ölümden çok dünyayla. Gerçekleri çırçıplak görüp bunu kimseye anlatamamak ve buna karşın “İmkansızdı imkansızdı dünyadan başka yere uzanmamız.” diye haykırdığınız açmaz. Acı bu çelişkiden mi doğuyor sizce?
Açmaz, daha yerinde bir yorum olur. Dünyaya aldanmadan, dünyaya katlanamadan dünyaya yerleşme hali… Melankoli üzerine yazılan birçok metinde, kendini melonkolik olarak tanımlayan birçok şairin, ressamın, yazarın vurguladığı gibi, bilmenin acısı. Bir de gerçekleri bütün çıplaklığıyla göremeyiz, bu fazla iddialı hatta büyüklenmeci bir yaklaşım olur. Gerçeği katlanabileceğimiz, gücümüzün yettiği ölçüde görürüz aslında. Bir görme biçimi, alımlama hali olarak karaduygunluk, aynı zamanda dünyayı sevme tavrıdır bence.
Veysel ve Ezel’in öyküsü bize tutulmuş bir ayna, ama hep Sevinç var aynada. Çocuğu açlıktan ölürken yanına yolluk alabilen Sevinç. Aynada Veysel’i göreceğimiz günler gelecek mi sizce, Veysellerin çoğalma umudunu taşıyor musunuz?
Bence herkes aynı anda aynı yerde olmaya devam edecek.
Sema Kaygusuz’un fotoğrafı: Birhan Keskin
Söyleşiyi gerçekleştiren: Melike Uzun (1 Nisan 2012)